Deneme, Hikâye, Roman \ 1-2
Şükrü Can Balta Yeryüzünde yaşanan olaylara kayıtsız kalmayan edebiyat metni, bu yönüyle kendini daima yenilemektedir. Özellikle çeyrek asırdır gündemdeki yerini koruyan çevre meselesinin Türk hikâyesinde de belirgin yansımaları bulunmaktadır. 1950 sonrası hikâye metinleri arasında tekrar eden tematik başlıklar, her dönem etkisini hissettiren ortak sorunların bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte sadece belirli dönemlerde tartışma konusu olan, bölgesel ve devamlılık arz etmeyen çevre krizlerinden de bahsetmek mümkündür.
Çalışmada; sanat ve edebiyatın işlevselliği üzerinde durulmuş, eleştiri geleneğinin bilinç sağlayıcı yönü vurgulanmış ve ekoeleştiri kuramının temel görüşleri aktarılmıştır.
Çalışmanın esas bölümü ise Türk hikâyesinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yer edinen çevre vurgusuna ayrılmıştır.
Özetle ortak yaşama bilincini muhatabına hatırlatma niyetindeki bu eser, edebiyat-çevre incelemelerine katkı sağlamayı hedeflemektedir.
Yılmaz Açık 2. yüzyılda Yunan yazar Lukianos'la birlikte başladığı varsayılan bilimkurgu, Türk edebiyatında ilk defa 19. yüzyılda Jules Verne çevirileriyle görülmeye başlamıştır. Bu dönemde, Ahmet Mithat Efendi'ye ait Fenni Bir Roman yahut Amerikan Doktorları (1888) da ilk telif eser olarak Türk edebiyatında yerini almış olsa da çok uzun bir süre bu türe ilgi gösterilmemiştir. 1970'li yıllara kadar yayımlanan çok az sayıdaki eserle varla yok arasında varlığını sürdüren bilimkurgu, 1970'li yıllardan sonra çıkan fanzin ve bilimkurgu dergilerinin de etkisiyle 1980'lerde daha görünür hâle gelmiştir. 1980 sonrasında da Amerika ve Avrupa'da yayımlanmış romanların Türkçeye çevrilmesi ve sinemadaki bilimkurgu filmlerinin etkisiyle özellikle 2000 sonrasında giderek artan bir şekilde Türk edebiyatında yerini almaya başlamıştır.
Bu kitapta, 1980 sonrasında bilimkurgu türünde yayımlanmış romanlar incelenerek bilimkurgunun Türk edebiyatındaki yeri ve gelişimi ortaya konmaya çalışılmıştır.
Muhsin Önal Tarihin her döneminde Batı dünyası için ciddi önem arz eden bir güç olarak öne çıkan Osmanlı Devleti'nin gizemi sadece siyasi arenada söz sahibi olmasından kaynaklanmamaktadır. Zira Osmanlı kökenleri itibarıyla Müslüman bir Türk devletidir. Dolayısıyla Avrupa’lı Hristiyanlarla mukayese edildiğinde toplumsal dinamikleri çok farklı bir çizgide evrilen Osmanlı Müslüman cemaatinin sosyal yapısı da son derece dikkat çekici olmuştur. Üstelik bu ilgi sadece resmi ilişkiler düzeyinde kalmamış, ülkeyi karış karış dolaşan Batı’lı seyyahları da etkisi altına almıştır. Nitekim seyyahlar sadece gezginlere mahsus bir heyecan ve hevesle Anadolu topraklarını arşınlamamışlardır. Onlar, toplumun dokusunu da detaylı olarak incelemişlerdir. Ömür çizgisinin temel saiklerinden olan doğum, düğün, ölüm, Müslüman evinin yirmi dört saati, kadının sosyal hayattaki konumu, eğitim ve öğretim süreçleri ve kuşkusuz idari hayat ile askerî müesseselerin tamamı seyyahların detaylarıyla ilgilendikleri ve yazılarında okuyucularına sundukları meseleler olarak Batı insanının gündemini sürekli meşgul etmiştir. Bu çalışmada da Müslüman Türk toplumuna dair farklı zihin okumaları yaparak bunları kaleme alan Avrupa’lı beş seyyahın gözüyle aileden devlete Osmanlı hayat modeline yer verilmekte ve oryantalizmle ilgili araştırmalar yapan tarihçilere katkı sunmak amaçlanmaktadır.
Fikri Özçelikçi “Baba ahh!” cümlesi çünkü babası uzakta olduğu sürece yarası daha az kanıyordu çünkü bu yarayı açan, üzerine tuz basarak dağlamaya çalıştığı bu yarayı durmadan kanatan da yine oydu. Çocukluk çağlarında, evlerinde her şey bazen yeşil gibi sakin, bazen de kırmızı gibi yakıcıydı ama her şey çok güzeldi sonuçta… bahar geldiğinde bahçeye çıkıp oyuncaklarıyla oynar, dalları önce çiçeklensin, sonra da çiçekler meyveye dursun diye gözünü erik ağacına diker, minicik meyveye dönüşen erikler olgunlaşsın diye bekler ve erikler yenecek kıvama geldiğinde de yanına bir tuzluk alarak erik ağacının göklere uzanan dallarına tırmanırdı. Kaygan zemini üzerinde tuz durmayan erikten önce küçük bir ısırık alır, sonra ısırdığı yere tuz basardı. Sanki yarasına tuz basardı. Zaman, erik ağacının yeşiliydi o zaman.”
Fikri Özçelikçi, okuyunca şaşkınlık yaşamayacağımız öyküler yazıyor. Kurgusu sağlam, bir örüntü etrafında ufku genişleyen, imgelere yaslanmasını bilen sahici öyküler. Yazarın sıradan hayatlara dokunuşları var öykülerinde. Kitapta öne çıkan, imrenilesi bir şey var ki o da şu; yazar öyküsünü bir yandan gözleme dayandırıyor (bunu yaparken tedaiye açık hatta davetkâr cümleler kullanarak) ama bir yandan da arka planında sürgit, daha bir kül rengi, daha bungun bir çevrimiçi yaşamın da ipuçlarını vererek, bilinç akışı öyküsüne yakınlaşmaktan da kendini alamıyor. Görünen, yani şahit olunanlar ile kendine özgü imajiner dünya arasındaki dengeyi kurabilen yazar, öyküleri sonlandığında mutlaka okuyucunun da yazabileceği bir alan bırakarak başarıyor bunu…
Selim Erdoğan
Musa Aybek “İşte zafer geldi. Savaşın yol açtığı yıkımı ortadan kaldırmak ve memleketi eski hâline getirmek için büyük bir çalışma gerekiyordu. Savaştan yeni çıkmış olan kişiler büyük bir şevkle çalışmaya başladılar. Böylesine büyük işlere şahit olan yazarın bundan bahsetmemesi mümkün mü? Altın Vadiden Esintiler romanımı böyle duygularla yazdım. Savaştan kolektif çiftliklere dönen girişimci kahramanlarımı­zı (…) göstermek istedim.” (Özbekis­tan Medeniyeti Gazetesi 1965, 9 Ocak).
“Özbekistan Halk Yazarı” ödüllü Musa Aybek'in, 1949 yılında yayımlanan bu romanında, 2. Dünya Savaşı sonrası Özbekistan'da sosyal ve ekonomik alanda yaşanan sorunları ve değişimi, gerçekçi bir üslupla okuyacaksınız.
Erdal Baran, Erdem Dönmez, Fatih Ekici, M. Naci Bostancı, Mehmet Eren, Merve Sevda Selvi, Rafet Can Yaylacı, Sena Baykal, Sibel Yılmaz, Şerif Aktaş, Tayfun Haykır, Uğur Mantu, Yakup Öztürk
Salih Cengiz Aydemir
Bilal Karabulut Prof. Dr. Bilal Karabulut, insan psikolojisinin derinlerine doğru esrarengiz bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. İnsan hayatındaki döngüsel akış şemalarını, epistomolojik ve ontolojik sorunsalları psikanalitik teori perspektifinde okuyucuya sunmakta. Tabii ki yazar, tüm anlatısını edebî bir roman zarafetinde kaleme almakta.
“Bir derviş, bir sosyoloji profesörü ve bir seri katil etrafında şekillenen bu roman, insanın gerçeklik algısını yeniden şekillendirmektedir…”
Belki de çoğu insanın en büyük sorunu “kendini tanıdığını zannetmesidir". Oysaki kendini tanıdığını zannetmek, kendi gerçekliğini bulmakla eş değer değildir çoğu zaman. İşte bu kitap, insanın içindeki gerçek potansiyeli keşfetmesine, yeni bir kimlik ve karakterle yeniden doğmasına cesaret verecek bilgeliklerle dolu. Yeni bir hayat için, yeni biri olmak gerek…
Bilal Karabulut Prof. Dr. Bilal Karabulut, bu romanında eğer isterse bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini kelimelere dökmektedir. Yüzyıllardır kadının güçsüz bir varlık olarak yaftalanması, ötelenmesi ve ötekileştirilmesi, doğal olan bir tarihsel akış değildir. Toplumsal yapının dayattığı bu ataerkil yanılsama, kadının gerçek potansiyelini ortaya çıkarmasına her zaman engel olmuştur.
İşte bu kitap, kadınların “gerçek potansiyel"ini ortaya çıkarmaları için yol gösterici öğretilerle doludur. Eğer isterse, eğer o motivasyonu yakalarsa, kadınlar, o muhteşem içsel güçleri ile bambaşka bir dünya inşa edebilirler. Fakat kadınların en büyük zaafı, öğretilmiş çaresizlik nedeniyle "korku"dur. Bu kitap, kadınların korku duvarlarını yıkmasını istiyor. “Çünkü cesaretin başladığı yerde esaret biter…”
Rıdvan Tunçel Tarihin derinliklerinden günümüze insan davranışlarının evrimi boyunca herhangi bir değişim oluşmuş mudur? Yoksa her devirde, aramızda görmeye alışageldiğimiz; yalancılar, sahtekârlar, dolandırıcılar, riyakârlar, ikiyüzlüler, fırsatçılar hep olagelmiş midir? Ya da neden yaşadığının, hayatın değerinin ne olduğunun, bir amacın peşinden koşmanın erdemini kavrayamayanların hep aramızda dolaşması sizce rahatsız edici değil midir?
Memur, işçi, esnaf ve her kesimden insanların yaşamlarının bir noktasında yoldan çıkıp aykırı mecralarda yollarına devam etmeleri, insanlığın çok olağan bir davranış biçimi midir? Önce “ben” anlayışını benimseyenler; ailelerine, akrabalarına, dostlarına ve topluma verdikleri zararı, yarattıkları travmaları, korkuyu, hüsranı, yılgınlığı, huzursuzluğu neden göremezler?
Bu kitapta, yaşamları öykülendirilen bazı insanların, neden “Başıboş Gezinenler” diye anıldıklarını, onların yaşamlarını boş ve beyaz bir kanvas üzerine resmedilmiş imgeler olarak görüp izlemeniz ve yaşamanız dileğiyle…
Hasan Çelikkaya Kıymetli Okuyucum;
Kitabımızın ön sözünde de vurguladığım gibi, bu hacmi küçük ama anlamı büyük olduğuna inandığım kitabımı hazırlamadaki temel faktörün “vefa duygusu” olduğunu rahat söyleyebilirim. Vefa duygusunun yerine getirilmesi elbette değişik şekillerde olabilir. Ben; kalıcı ve başkalarına, gelecek nesillere de örnek olması düşüncesiyle bu vefa duygularımı kitap hâline (yazılı hâle) getirmeyi tercih ettim. Bende bırakılan bu izler; yalnız hocalarımızdan ve yöneticilerimizden değil öğrencilerimizden de, veya sohbet esnasında başka birileri tarafından da gerçekleşebilmektedir. Biz de kitapçığımızın planını oluştururken bunu dikkate aldık ve “Hocalarımızdan, Yöneticilerimizden, Öğrencilerimizden ve diğerlerinden” şeklinde bölümledik. Yaşanmış olayların etkisinin büyüklüğü asla inkâr edilemez. Ben derslerimde de buna ağırlık vermiş ve faydasını görmüşümdür. Okuyucularımda da bu memnuniyetin gerçekleşeceği ümidini taşımaktayım.
Ayrıca emekli olduktan sonra turlar vasıtasıyla bazı yurtdışı seyahatlere katıldık eşimle beraber. Vardığımız sonuç, Türkiyemizin, söylendiği gibi, gerçekten cennet vatan olduğunu pekiştirmek oldu. Bunun da okuyucularıma aktarılmasında fayda gördüm ve kitabıma “İzlenimler” ismiyle bir bölüm daha ekledim.
Emeğimizin faydalı olacağını umuyor, sağlık ve âfiyetler diliyorum.
Yüksel Yıldırım Her iki motorun birbiriyle yarış ettiği anlaşılıyordu. Çünkü salların üzerindeki genç kızla delikanlı birbirlerine elleriyle işaret ediyorlar, sanki tehlikesiz bir eğlence ile meşgul olmuş gibi neşeli ve pervazsız görünüyorlardı…
- Bedia hakikaten cesur ve cesareti kadar da becerikli! Bak motor bu süratle bir dönüş yaptı, kızın düşmedi ve kendisini çok güzel tuttu. Halbuki diğer motordaki delikanlı denize yuvarlandı. Nevzat, kızın çok güzel, çok cazibeli. Onu senden isteyeceğim.
İsmi Nevzat olan ve kırk yaşlarında görünen erkek, arkadaşının bu sözünden birdenbire bir şey anlayamadı, hayretle sordu:
- İsteyecek misin? Neyi isteyeceksin?
- Kızın Bedia'yı!
- Nasıl isteyeceksin?
- Canım bir kız babasından nasıl istenir? Kendime zevce yapmak istiyorum.
- Sen çıldırdın mı?
- Katiyen çıldırmadım. Eğer sen razı olmazsan ben bizzat Bedia'ya bu teklifimi söyleyeceğim.
- Amma yaptın ha!.. Hiç ona böyle bir teklifte bulunulur mu? Bedia sert kızdır, sana aksi cevap verir.
- Bundan emin misin?
- Suat, şakayı bırak. Ben böyle şakalardan hoşlanmam. Sen de benim yaşımda bir adamsın.
Yüksel Özdemir Bir Dem Hayat'ta, dert ve sıkıntılara her gün bir yenisinin eklendiği Anadolu'nun bağrında büyüyen bir çocuğun hayat mücadelesi ve bu zorlukları aşarken yaşadıkları kaleme alınmıştır. Anadolu -ki her kapının ardında ayrı ayrı hikâyeler yaşanır- havası hüzün üfler, suyu ağıt çağlar, toprağı ölüm kokar… Gölgeler bile yoksuldur burada, ince bedenleri yine eski, ince kumaşlar örter. Fukaralığın, cehaletin, çaresizliğin, umutsuzluğun içinde yoğrulmuş hayat çok zordur burada, öyle ki doğduğu an başlar insanın yaşam savaşı…
Çocuklarını okutmak için mücadele eden anne ve babanın fedakârlıkları, karşılaşılan zorlukların birer birer aşılması, haksızlıklara çalışkanlığı ve emeği ile cevap vererek olgunlaşan bir karakterin anlatısı…
Eserdeki her kelime, her cümle ve her hikâye hayatın hakikatlerini aktarmakta, yazarın kişisel dünyasının süzgecinden geçerek sizlerle buluşmaktadır. Her kelimesi titizlikle seçilen eserde, damla damla süzülen duygular özgün bir anlatımla sayfalara nakşedilirken okurlara zorlu yaşam koşullarında sığınacakları ufak bir liman niteliğinde anılar sunulmaktadır.
Unutmayın!
Anılar uykuya dalarken hayat küllerinden yeniden doğacak,
Haksızlık eden haksızlığa uğrayacak,
Yarı yolda bırakan yarı yolda bırakılacak,
Yılmadan çalışan muhakkak başaracaktır.
İnsanların kaderini ancak onların hayatına dokunabilen insanlar tayin eder. Bilgelerin olmadığı coğrafyalar, erdem güneşinin aydınlatamadığı çorak topraklardır.
Mehmet KARAGÜL Hayatımızın tamamının kaç nefesten oluştuğunu bilemiyoruz ama her yaşadığımız an, bir nefesten oluşuyor. Dolayısıyla her daim o bir nefeslik hayatın hakkını vermekle mükellefiz.
O bir nefesle, hayatına bir ömür sığdırmaya çabalayan insan kimdir ve nedir? Hayatımıza anlam kazandıran fikir ve eylemler nelerdir? Sevmek ve sevilmek neyin karşılığıdır? Bireyin kendisi ve çevresi adına üstlenmesi gereken sorumluluklar var mıdır, varsa nelerdir…?
Hayatımızın amacı, başarmak, kazanmak ve tüketmekten ibaret midir? Yoksa hayatımızın bir köşesinde; doğruluk, dürüstlük, vefakârlık, güvenilirlik, diğerkâmlık, sadakat ve hakperest olma gibi davranış kalıplarını bulundurmak sorumluluğumuz yok mudur?
Bu kitap; güvenen ve güvenilen, tüketimin yokluğa, üretimin ise var oluşa vardığının şuurunda olan; büyüklüğü ve zenginliği isteyip alarak değil, vererek yaşayan, geçmişin günahları ile kirlenen bugünün değil; ulvi, tertemiz hayallerin ürünü olacak olan geleceğin hesabını yapan, bedeninin hazzı yerine, ruhunun huzurunu arayan, sorumluluk sahibi yeni bir neslin inşası için kaleme alınmıştır.
Galsan Tschinag Batı Moğolistan’ın Bayan Ölgiy Sum bölgesinde Türk dilli küçük bir topluluk yaşar. Tıva kiji, Tuvalar ya da Altay Tuvaları olarak tanınırlar. Almanca yazdığı öykü ve romanlarıyla edebiyatta saygın bir yer edinen Galsan Tschinag, bu Tuvalara mensuptur. Büyük övgüler alan eserlerinde Tuvaların hayatını ve kültürünü çarpıcı resimlerle anlatır.
Bir Tuva Hikâyesi yazarın ilk eseridir. Bir Tuva Hikâyesi yaşanmış bir olaya dayanır.
Okurken yabancılık çekmeyeceğiniz bu eserin büyük yazarını, Türk okuyucularıyla buluşturuyoruz.

Yazar, Adelbert-von-Chamisso, Puchheim Okuyucu Ödülü, Heimito von Doderer Edebiyat Ödülü, Almanya Liyakat Nişanı, Alman Endüstri Birliği Edebiyat Ödülü, Avrupa TREBBIA Ödülü, Marburg Şehri Edebiyat Ödülü sahibidir.
Fikri ÖZÇELİKÇİ Bir zamanların kült dergilerinden İkindi Yazıları'nın hikâyecisi Fikri Özçelikçi'nin ilk kitabı Ebabil Yayınları'nda. Hikâyeye İkindi Yazıları ve Albatros dergileriyle başlayan Özçelikçi, Edebiyat Ortamı ve HeceÖykü'de hikâye çalışmalarına devam ediyor. İç dünyaların anlatımını önceleyen hikâyeleri klâsik olay hikâyesinin dışında ben formu üzerine kurulu. Biraz Sonbahar Biraz Hüzün'de kaybolmuş ideallerin, mutluluk yuvası aile ortamlarındaki tek başınalıkların, aşk acısı taşıyan insanların hikâyelerini bulacak-sınız. Berrak dili, akıcı Türkçesiyle mükemmel hikâyeler usta bir kalemin gecikmiş ilk kitabında sizleri bekliyor.
Hasan Baydar Ben bir bozkır çocuğuyum. Anadolu'nun en kurak havzası olan Tuz Gölü'nün hemen yanı başında, Şereflikoçhisar ilçesinin Acıkuyu köyünde toprak damlı, kerpiç duvarlı ve kireç badanalı bir köy evinde doğdum. Sekiz yaşıma kadar tatlı su nedir, bilmedim. Köyümüze adını veren kuyuların acı sularını içerek büyüdüm. Tarlalarında mayıs rüzgârlarına karşı dalgalanan ekinleri, gökyüzünde çığlıklar atarak uçuşan kırlangıç kuşlarını seyretmekti en büyük mutluluğum. Gölgesinde uyuyabileceğim, gövdesine tırmanabileceğim ve meyvelerini toplayabileceğim bir ağacımızın olmasıydı en büyük çocukluk hayalim. Evet, kavruk yüzlü, bağrı yanık bozkır çocuklarının hasretidir, yeşil.
Bu kitapta, Anadolu'da bozkır kültürünü yaşatan bozkırın kavruk yüzlü, bağrı yanık çocuklarının yani bizlerin hikâyeleri anlatılmaktadır. “Ben Anadolu’yum!”, diyen herkesin, kendisine dair bir şeyler bulabileceği gerçek yaşam öykülerini okuyacaksınız. İnanıyorum ki bu kitabı okuduktan sonra hatırlamakta zorlandığınız tarihî köklerinizi gün ışığına çıkartmak üzere kendinizi bozkırlarda seyahat ederken bulacak; Mevlana'nın, “Biz bu topraklara sevgiden başka tohum ekmeyiz.” dediği Anadolu bozkırlarında beyaz zambaklar açtırmaya çalışacaksınız. Nasıl ki kökü kuruyan bir ağaç, zamanla çürüyerek toprağa karışırsa, kökünü unutan bir insan da zamanla unutulup gider. Özün sözü, nereden geldiğinizi unutursanız, nereye gideceğinizi bilemezsiniz.
Yüksel Yıldırım - Hani ya Belma Hanım özür dilemişti, gelmememi rica etmişti!
Sevinç, kıvrak bir kahkaha patlattı…
- Safsınız Bülent Bey, çok safsınız. Sizi köprü üstünde yakalayıp evine davet eden bir kızın, nişanlısından çekincesi mi olur?! Hoş, Belma'nın nişanlısı da yok ya... Bunlar hep benim uydurduğum şeyler. Zavallı kız saatleri iple çekerek yürütüyor, yana yana sizi bekliyor!
- Peki, siz ne diye beni aldattınız?
- Bunu sormaya lüzum görüyor musunuz?
- Tabii soracağım çünkü bir oyuna tutulduğumu anlıyorum.
- Oyun, amma aşk oyunu, güce gidecek bir şey değil.
- Niçin böyle yaptınız? Onu anlamak istiyorum.
- Basit, çok basit Bülent Bey. Belma da ben de sizi beğenmiştik. İlk hamleyi o yaptı, sizinle konuştu ve sizi evine davet etti. Bu gece onunla görüşünce mutlaka yüreklerinizi birleştirecektiniz. Bu birdenbire mümkün olmasa bile o neticeye doğru mühim adımlar atacaktınız. O vakit ben açıkta kalacaktım ...
Koray Üstün Teknoloji ile edebiyat arasındaki ilişki, baskı teknolojilerinin yazınsal üretime etkilerinde ve bilim kurgu anlatılarında kendini gösterir. Bununla birlikte teknolojinin varlığıyla romanda gerçekçi bir kurgu da sağlanmaktadır.
Çağdaş Türk Romanında Teknolojik Gerçeklik adlı bu çalışma, teknolojinin gerçekçi romanın kurgu ve içerik düzlemlerindeki etkisi ve görünümünü belirlemeyi amaçlamaktadır. Çalışmada Türk romanının gelişim sürecinde teknolojinin hangi bağlamlarda görüldüğü seçilmiş örnekler üzerinden gösterilmeye çalışılmış ve yazınsal metnin çözümlenişinde teknolojiye yüklenilen işlevlerin neler olduğu ve gerçekçi bir kurgunun sağlanması için teknolojinin nasıl ele alındığı sorularına yanıt aranmıştır.
Mustafa Akgün Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Rab!... Ne güneşler batıyor!

Ey şehid oğlu şehid!... İsteme benden makber
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!
Muharrem Dayanç “Denemek çok zevkli bir şey. Denemeyi denemek ise hem zevkli hem de zor. Her an başka bir anlama da gelebilecek şeyler söylemenin eşiğinde durur denemeci. Doğru anlaşılmaya uğraşır gibi bir hali vardır. Denemenin asıl tadı da buradan gelmiyor mu? Denemek, olmak için uğraşmaktır. Eğer içine, az bulmanın, yetinmemenin, yücelmenin, yüceltmenin kıvılcımı düşmediyse hiçbir şey deneme! Sadece daha çok yemeyi, daha fazla yığmayı, daha çok basamak çıkmayı dene, görünme’ye çalış; başarırsın!”... Kitabın önsözünden alınan bu paragraf yazarın deneme’den ne anladığı ve onu nereye taşımaya çalıştığı ile ilgili bize açık bilgiler sunmaktadır.
Serpil Arı Yılmaz Gözünü sabitlediği çatlak, bir anda açıldı sanki. Karşısında bir zindan kapısı gibi karanlık bir karaltı... Büyük bir mağara gibi bir yere girdi o kapıdan kadın...
Etrafına bakındı, ilkin nerede olduğunu anlamaya çalıştı; bu karanlık, ıssız kocaman yer de neresiydi böyle?
Derken nihayet bir ses duydu: “Kalk kız, kalksana!” diye sırtını, karnını yine elleriyle dürten bir kadın sesiydi bu.
Doğduğundan bu yana hep bu şekilde uyandırılmıştı ya bir ayak dürtmesi ya da bir elle yattığı yerden bir anda sarsılarak... Ara sıra dürtüldüğünü hissettiği hâlde kalkmak istemediği anlar da olmuştu yaşamında. "Bir beş dakika daha yatsam ne olur!" diye düşünmüştü ama bunun faturası kendisine hep daha ağır kesilmişti. Aniden kafasına atılan bir elle yüz binlerce saçı bir avucun içinde toplanır ve var gücüyle köklerini kanatırcasına çekilirdi. O an sıçrayıp kalkmak istese de saçları daha fazla canını yakmasın diye iki dizinin üstüne çöküp kalırdı hep. Saçı ellerine bir kere daha dolayan analığın ağzı köpüre köpüre saydığı laflarla beraber yüzüne gelen tükürük artıkları tövbe ettirirdi kendini, bir daha beş dakika uyursam ne olayım diye içinden...
Hüseyin Kaplan Ebu'l-Âkif Hatîb Mehmed Hamdi (1852-1933), hayatı boyunca Bandırma Haydar Çavuş Câmi-i Şerifi imam-hatipliği görevini yürütmüş, otuza yakın kitap kaleme almış ve yazdığı kitaplardan birkaçını da bastırma imkânı bulmuş, Türk edebiyatının unutulmuş ve gözden kaçırılmış ”taşralı” bir yazarıdır.
Elinizdeki çalışmada; Meşrutiyet Dönemi yazarlarından sayılan Mehmed Hamdi Efendi'nin daha önceden basımı yapılan Defîne (1911) ve Köy Hekîmi (1912) romanlarının transkripsiyonu ile ilk defa basımı yapılan Kızıl Yayla isimli romanı ve yazarın geniş bir biyografisi yer almaktadır. Eserlerinde Anadolu insanının hayatını, gelenek, örf ve âdetlerini, kendi bilgi ve görgüsüyle harmanlayan yazar, dönemine farklı bir pencereden ışık tutmaktadır. Yazar; Kızıl Yayla'da Silleli Surûrî'nin sevdasını, Defîne'de Kamer Kalfa'yla II. Mahmut dönemini, Köy Hekîmi'nde ise Çakır Ahmet Efe'nin hâl-i pür-melalini okuyucularına anlatırken kısmen edebî kaygılardan uzak ama bir o kadar da samimidir.
Osman Okka Bir finans romanı yazmak ilginç bir fikir. Rakamların, sayıların hâkim olduğu bir sahada edebiyatın önemli bir türü olan roman olabilir mi? Roman, insan hayatının konu alındığı acı, tatlı tecrübelerin kurgusal da olsa paylaşıldığı bir alan olarak bilinir. Öyle ise insanların işletmelerde karşılaştığı finansal acılar da bir aşk acısı kadar gerçek değil mi?
Bu roman fikri işte bu düşüncelerle kaleme alındı. Başlangıçta, ”Finansın romanı olur mu? Sayıların hâkim olduğu bir alanda edebi bir çalışma olur mu, olursa da nasıl olur? İşimiz çok zor!..” gibi düşüncelerle başlanılan çalışma, sonunda okuyucusuyla buluşmaya hazır hâle geldi. Evet, finansın da romanı olabiliyormuş. Çünkü finansın içerisinde insan var.
İnsana dair acılar, sevinçler, duygular, başarısızlıklar ve başarıların hepsi bu alanın içinde var. Bu çalışma aslında yazarın yılların tecrübelerini bir imbikten geçirerek roman tadında okuyucularına sunduğu bir eser.
Finans alanı insanlara hep soğuk gelmiştir. Kazanma veya kaybetme duygusu insanda çok farklı algılar oluşturur. Öğrenciler okul döneminde en çok matematik ve finans derslerinden çektiklerini söylerler. Belki de bunun etkisiyle bir uzak duruş vardır finansa. Yazar bu uzak duruşu ortadan kaldırmak, bir nebze de olsa finansı sevdirmek, bir roman tadında bir firmada finansal sorunlarla nasıl baş edilebileceğini göstermek istemiştir. Her alandan, her yaştan, her eğitim seviyesinden okuyucunun kolaylıkla okuyabileceği ve kendisine ders çıkarabileceği bu eserin okuyucularına faydalı olması temennisiyle...
Nihat Yazılıtaş Bilinen en eski gezgin Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozof olan Strabon (MÖ 64-MS 24)'dur. Strabon'dan sonra günümüze kadar çok sayıda gezgin dünyayı dolaşmış ve gezip gördükleri yerleri seyahatnamelerinde anlatmışlardır. Bu eserlerinde, gittikleri yerlerin coğrafyasından, orada yaşayan insanların hayat tarzlarından, kültürlerinden, medeni durumlarından, inançlarından, mimari yapılardan, ticari hayattan, oralarda anlatılan olağanüstü olaylardan, hikâyelerden, efsanelerden ve daha birçok şeyden bahsetmişlerdir. Bu bağlamda seyahatnameler, tarihi açıdan özellikle de kültür tarihi açısından son derece önemli kaynaklardır.
Her gezgin, seyahatine, içinde yetiştiği kültür çevresinin ona yüklediği kendi inançları ve kabulleri ile yola çıkar. Gördüklerini de buna göre değerlendirir. Bundan dolayı bu çalışmada seyahatnameler belirlenirken farklı kültür ve inanç çevrelerine mensup seyyahları seçilmeye gayret edilmiştir. Böylece, Irak'tan Sünni Müslüman İbn Fazlan (IX. yy.), İran'dan Şiî Müslüman Nâsır-ı Husrev (XI. yy.), İspanya'dan Yahudi Benjamin ve Alman Yahudisi Petachia (XII. yy.), yine İspanya'dan Sünni Müslüman el-Gırnâtî (XII. yy.), İtalya'dan Hristiyan Marco Polo (XIII. yy.), Fransa'dan Hristiyan misyoner Wilhelm Von Rubruk (XIII. yy.), Fas'tan Sünni Müslüman İbn Battûta (XIV. yy.) ve son olarak da Almanya'dan Hristiyan Johannes Schiltberger (XIV-XV. yy.) bu çalışmaya dâhil edilmiştir. Böylece kendi zamanlarında Ortaçağların bilinen üç kıtasını gezen ve farklı inanç ve kültür çevrelerinden gelen bu gezginlerin gözünden, bu coğrafyalarda yaşanan, kimileri gerçek ama çoğunluğu gerçek olamayacak kadar olağanüstü olan fantastik hikâyeleri bir araya getirerek okuyucuya sunduk. Okuyucular bu fantastik hikâyeleri okumaya başladıklarında günümüzde popülerliği artmış olan fantastik hikâyelerin, romanların, dizilerin ve filmlerin konularıyla bu fantastik hikâyeler arasındaki benzerlikleri, yani bu modern çalışmalara Ortaçağ anlatılarının nasıl kaynak etmiş olduğunu da göreceklerdir.
Aydın Ankay Gizli Gerçekler romanı, pek çoğu gerçek yaşam öykülerine dayanan psikolojik, psikiyatrik, siyasal ve tarihsel olguların sentezlendiği didaktik bir eserdir. Kimi olay ve kişiler doğrudan alınmış kimileri ise şimdiki konjonktürde sakıncalı olduğu için kurgulanmıştır. Eserin üslubu ise mizahsal bir özellik taşımaktadır.
Olaylar, yaklaşık altmış yıl önce staj yaptığım ve her gün detaylı olarak not tuttuğum psikiyatri kliğinde gerçekleşmiştir. Eserde, Prof. Dr. Rasim Adasal'ın klinik şefi olduğu ve ABD'de ünlü bilim insanı Erik Erikson'la aynı hastanede dört yıl görev alan değerli Hocam Prof. Dr. Orhan Öztürk'ün paraplejili (belden aşağısı tutmayan) bir hastasının, mucizevi bir çabayla gerçekleşen tedavi süreci detaylı olarak irdelenmiştir. Tedavi sonrası olgular ise kısmen kurgulanmıştır. Öztürk, bu konuya dair olan görüşünü Ruh Sağlığı ve Bozuklukları kitabında şöyle aktarmıştır: “Paraplejiye neden olan bilinçdışı ya da bilinçli etkenleri hiçbir zaman anlayamadım”.
Eser, Türkiye açısından son derece sancılı geçen o devrin; tarihsel, siyasal ve sosyolojik gerçeklerine ışık tutması bakımından tarihsel bir belge niteliğindedir.
Ali Rıza Seydi Yazmak sayesinde sorunları iyileştirmek adına pek çok şey yapabildim. Yazarak yaşananları sıcağı sıcağına kayda geçiriyor, başlara örülen çorapları ve oynanan oyunları bir bir ortaya çıkarabiliyordum. Başımızdaki davalara destek sağlayacak ve hem kendim hem de başkaları için moral olacak yazılar yazdım. Bazıları, bunları yaşamları boyunca aldığı en büyük armağan olarak gördü.
O zamanda iki kişi arasında dahi konuşulması sakıncalı olan hususları yazıya geçirip -bir de- mektuplarla cezaevine gönderiyordum. Yazdıklarım nedeniyle hakkımda yeni davalar açıldı. Vazgeçmedim. Sorun olacak yazıları şiir hâline getirdim. Mektuptaki düz yazılara geçit vermeyenler, şiire bürünen yazılara “Görüldü” damgasını bastılar.
Bu felaketli dönemde cezaevlerinden çocuklarına moral olacak bir şeyler yapabilmek için çırpınan zavallı anne babalar vardı. Onların çocukları için çizip mektuplara iliştirdiği masum resimler dahi “sakıncalı” bulunup engelleniyordu. Fakat şiirlerin dokunulmazlığına el sürdürüldüğüne şahit olmadım. Onlara dokunmaya kimse cesaret etmedi. Hep “Şiir yazmış işte.” denilip yol açıldı şiirlere.
Şiirin gücü, yazıların görüldü duvarına takılmadan cezaevine girmesini sağladı. Bu kitapta, şiirlere saklanan sırları faş ediyorum.
Mecaz Su, kaderine yazılanın Demir olması için bir sabahtan bir sabaha kadar ağlarken kaderin önüne sunduğu Ateş, kendisini anbean yakıp tüketiyordu. Yanıp tükenen bir Su, Nasip köyünde çilenin yeni adıydı. Gözyaşı Ağacı’nın altında, ellerini yasladığı ağacın kalbinde suçlaması gerekenin kader mi yoksa kaderi kirleten eller mi olması gerektiğini düşünürken toprağa düşen yaşları çilenin tohumlarını toprağın sırtına yüklüyordu. Toprağın sırtında adı Su olan bir ur vardı artık. Döktüğü gözyaşları, ağacın gövdesine kezzap darbeleriyle inip kalkarken ortaya çıkan resim bir Su'nun bir Demir'e nasip olamamasının Ateş'e attığı közdü. Su yanıyordu...
Can H. Türker Yorulan, yaralanan Aybars Yankı göl başında gökyüzüne yılgın yılgın bakınmış, “Günkız!” diye haykırmış. Ancak ne Günkız'dan ne de başka bir şeyden ses işitilmiş. Bu esnada Aybars Yankı'nın evrenin zehirli ateşiyle karışık gözyaşları göle düşmüş. Gölün tılsımı bir anda halka halka aydınlanmış. Gölün tam ortasında Günkız ölü gibi yatıyormuş. Aybars Yankı, Günkız'ı kucaklamış, ancak ne yaptıysa onu bir türlü kendine döndürememiş ve göl iyesine şöyle yakarmış:

tangra köl
tangra odluk yalç köl
körtle köngül köl.

O anda peyda olan göl iyesi baş tarafı ceylan alt tarafı kuğu şeklinde yüzerek Aybars Yankı'ya yaklaşmış. Yankı bunun göle güzellik büyüsü yapan ceylan olduğunu anlamış. Göl iyesi, Yankı'ya, “Kıngırağı kara kınından çıkarmadan, Günkız'ı döndüremezsin” demiş. Aybars Yankı da, “Peki, kıngırağı nerede bulurum” diye sormuş. Göl iyesi, “Erlik, kara kınlı kıngırağı yer altında, Kazırgan denen sarayında, yedi kapısı olan bir zindandaki sandıkta saklı tutuyor. Ona ulaşmak için türlü türlü belaları ve en önemlisi kara nemelerden oluşan zindan ordusunu yenmen gerekir” demiş ve Aybars Yankı'nın başka soru sormasına fırsat vermeden kaybolmuş.


Arzu Çiftoğlu Çabuk Efsaneler; eski çağlardan beri söylenegelen olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî hikâyelerdir. Kimi efsanelere sadece yazıldıkları zamanda ve bölgede değil bazı değişikliklerle daha sonraki yüzyıllarda farklı coğrafyalarda da rastlanır. Böylece her toplumun kendince şekillendirdiği bu sözlü anlatılar üzerinden çeşitli kültürlerin izlerini sürmek mümkün olur. İlk kez on dördüncü yüzyılda, Harezm Türkçesiyle Hisâm Kâtib tarafından kaleme alınan ve sonraki yüzyıllarda yazılmış birçok varyantı bulunan Cümcüme Sultan da böyle ilgi çekici bir efsanedir. Bu hikâyede, hükümdarlığı sırasında İlyas peygambere inanmadığı için cehennemde işkence gören ancak cömert olması, fakirleri gözetmesi ve adaleti sebebiyle affedilerek Allah'ın izniyle İsa peygamber tarafından diriltilen bir sultanın başından geçenler anlatılır. Hikâye boyunca Hz. İsa ile sohbet eden kuru kafa; dünyadaki hayatına, ahiret yaşamına ve cehennem ehline dair bilgiler aktarır. Kendisine sunulan yetmiş yıllık ikinci ömür şansını, İsa peygambere inanarak ve bol bol ibadet ederek geçirir; son nefesini mümin olarak verir. Harezm Türkçesiyle yazılmış Cümcüme Sultan Hikâyesi, saha çalışmalarına sağlayacağı katkılar açısından önemli bir çalışmadır.
Çidem Ergüvenç Birkaç senedir köşe yazıları yazmaktayım. Yayınlanmış olan ilk yazılarımı "Şundan Bundan" adı kitabımda bir araya getirmiş ve otistik çocuklar yararına bastırmıştım. Aslında şimdiye kadar çıkmış olan on iki kitabım ve iki çeviri kitabım da otizmli çocuklara armağanımdır. Otizm gibi son derece yaşamsal bir sorun ile ilgili yapmış olduğum çeşitli alanlardaki çalışmalar nedeniyle gösterdikleri teveccüh için tüm okurlarıma ve çevreme teşekkür borçluyum.
Bu kitabımda, köşe yazılarımın tümünü toparlayıp yayınlamak istedim.
İsminden de anlaşılacağı gibi elinizdeki kitabın içeriğinde, birbirinden çok farklı konulara değindim. Amacım, zaman tünelinde sizleri geçmişe yönelik bir gezintiye çıkarmanın yanı sıra toplumsal ve politik görüşlerimi de aktarabilmekti. Okurken sizleri biraz gülümsetebilirsem ne mutlu bana...
Reyhan GAZEL Gün bugündür ey dost… “Hiç” olmaya “var” mısın?
“Kendi”ne “hiç”liğin kadar baktın mı hiç…
Bul ki nerdesin? Bul ki gökyüzüne inesin! İndiğin gökyüzünden “son”suza gidesin… De ki buldun! Kaybolmayasın… Biliriz ki yetmez çoğu anda aklın yanına “hiç” eklemedikçe…
Bir gün ya da bir an… Fark etmez. Zaman denen, kendimizdeki bölünmüşlüğü hissettiğimiz nokta… O noktadan başlayarak “Hiç” ersiniz, eğer yoksanız…
Kimiz mi?
“İnsan” olmaya çalışmaktan öte…
Aşina Gülerarslan Özdengül Zaman hikâyelere hapsolmuştur...
Ne yalnız çocukluğa özgüdür ne de yetişkinliğe. Ne düne aittir ne de bugüne. Kökleri başka âlemde, dalları yeryüzüne uzanmış, gölgesine sığındığımız, meyveleri hiç tükenmeyen bir ağaçtır o. Hepimiz için heybesi hep dolu, zengin, cömert, vakur ve yaşını hiç göstermeyen genç bir bilge gibi dolaşır aramızda. Ve ona dokunan herkesi, her şeyi inşa eder, dönüştürür. Bağ kurmanın, ikna etmenin ve yönetmenin anahtarını binlerce yıldır elinde saklar hikâye. İletişimdeki büyülü gücü hiç değişmez. Ancak formu değişir zamanda ve bağlamda. Bu nedenledir ki yeniden tanımak, tanımlamak gerekir onu yaşadığı her çağda, girdiği her kılıkta. “Hikâyenin İletişimi” tam da bunu yapıyor.
XXVI ayrı bölümden oluşan bu kitap, “hipnotik” gücünden başlayarak; İnsan Fizyolojisinden Kişilerarası İletişime, Pazarlama, Reklam ve Marka İletişiminden Gazeteciliğe, Dijital Oyunlardan Kurumsal İletişime, Tüketici Deneyiminden Fotoğrafçılık ve Tasarımcılığa, Siyasal Pazarlamadan Sinema, Televizyon ve Audio Visual mecralardaki formlarına değin hikâyeyi çok boyutlu ele alıyor. İletişimin hikâyeyle, hikâyenin iletişimle temas ettiği neredeyse her konuyu “anlatıyor. Tam da bu nedenle biricik ve özgün, tam da bu nedenle iletişim alanında ülkemizdeki ilk bütüncül başucu eseri olmaya aday.
Özge Öner Bu kitap, yaşanmışlık üzerine kurulan içsel acıların kelimelere nakış nakış işlendiği bir hayat hikâyesidir. Sevgili Özge Öner, bu kitabında sıradan kayıplardan ziyade ruhumuzun derinliğine işleyen kayıplardan söz ederken müthiş bir eser ortaya koymuştur. Ruhundan damla damla süzdüğü duygularını kelimelere nakşederek acılarını, benzer acılar yaşayan insanların da anlaşılabildiğini göstermek için satırlara dökmüş; hem terapist hem abla hem de evlat kimliğiyle tüm yaşantıladıklarını uzmanlık alanından edinmiş olduğu müthiş bilgi birikimi ve becerisiyle mezcedip ve onları bir kıvama getirip ustalıkla önümüze koymuştur. Bu manada hayatın hakikatini, acı kayıpların yasını ve işlemleme sürecinin derinliğini anlamak istiyorsak bu eseri mutlaka okumalıyız.
Uzm. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ
Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı
Bizim için önemli olan birinin ölümü, yaşamımızı tamamen değiştirir. Bu kayıptan önceki yaşamdan (KÖ) kayıptan sonraki yaşama (KS) geçiş neredeyse her zaman uzun ve kederli bir süreçtir. Ancak bu geçiş için mutlaka yol boyunca ilerlemek gereklidir. Sevgili Özge Öner, İçimde Bir Eylül Sancısı adlı eseriyle kayıp ve ardından gelen yas süreçlerine tam manasıyla ışık tutuyor ve yas sürecindeki bireylere rehberlik ediyor.
Psikoterapist Dr. Cem KEÇE
International Integrative Cognitive Psychotherapy Institute (IICPI) Türkiye Eş Başkanı
Kayıplarla baş etmede sağlıklı yas sürecinin ne kadar önemli olduğunu bir ruh sağlığı profesyoneli, bir psikoterapistin yaşam öyküsünden öğreniyoruz. Yalın ve içten anlatımı ile geleceğin edebiyat ustasını hemen fark ederken akıcı anlatımı ile de insanı içine çeken bu hayat hikâyesinde eminim ki siz de kendinizden bazı parçalar bulacaksınız.
Prof. Dr. M. Cengiz GÜLEÇ
Psikiyatrist-Araştırmacı Yazar
Deneyimlerden yola çıkılarak yazılmış bu kitabın kendine özgü anlatımını keyifle okuyacağınızı düşünüyorum.
Prof. Dr. Zümra Atalay
Psikolog-Yazar
Ahmed Refik ‘Osmanlı târîhinde, fi’l-hakîka, pek karışık ve ‘âdetâ nefretle yâd edilecek devirler vardır; fakat hiçbiri bu zorbalar idâresine makîs değildir. Hüsn-i niyetle başlayan, neticede koca bir devletin izmihlâliyle nihayetlenen bu devir, ‘Osmanlı târîhinin en elîm safhasıdır. Hiçbir zamanda ‘Osmanlı milleti, kendi efrâdı tarafından bu derece zâlimâne bir gadre uğramamışdır. Hiçbir devirde ‘Osmanlı devleti, dört beş zorbanın şekaveti yüzünden bu mertebe acıklı bir felâkete giriftâr olmamışdır. Hiçbir vakitde ‘Osmanlı pâdişâhı, etrafında dökülen kanlardan, sönen hânümânlardan bî-haber,
geçici bir saltanatın parıltıları içinde, bedbaht milletinin felâketini idrak edemeyerek ecdadının mukaddes mîrâsını düşmanlara parçalatmamışdır. Sultan Mehmed-i Hâm
Lütfi Bergen Açıklama
Anadolu’da Müslüman olmak tarihe çıkmış bir sentez olmaktır. Anadolu’da Müslüman olmak tarihi yapan bir ümmet olmaktır ki baskın karakteri Arabi, Farsi, Kürdi değildir. Hepsini içerir, lâkin hepsinden azadedir: Apolitik, ehli sa’y, ehli dirlik, feta, kozmopolit, fakir. Pazarda ve makamda Türkçe konuşur. Geçim ehlidir, elinin emeğini yer. Arılar gibidir; soylanmaz boylanır. Toprakta kaim değildir de dirlikte kaimdir. Mevalidir, lâkin mevalisi yoktur. İslâm olana menşe aramaz; kız alır, kız verir. Kurbiyeti kavidir. Halklarla harman olur, aşiret tutmaz, alt kimlik kabul etmez. Müslüman olduğu için millet olur. Anadolu’da Müslüman olmak, Arap ve Fars ellerinde hayata geçmiş siyaset modellerinin dışında bir dünyaya intisap etmeyi ifade ediyor. Müslüman olmanın, modern toplumun bileşenine dönüştüğü ve dirençten yoksun kaldığı günümüzde İsyandan Dirliğe sizlere yeni bir tarih perspektifi sunuyor.
Ahmed Refîk Kafkas Yollarında
AHMET REFİK
Erzurum kadınları, hattâ mini mini kızlar, tesettüre son derece ri’âyet ediyorlar. Ekseriyâ caddelerde, mahalle aralarında, kırmızı çizgili, ba’zan ipekli, ince hilâlî çarşaflar içinde alaca esvablar, yeşil ve kırmızı gül(l)ü şalvarlar giymiş hanımların misafirliğe gitdikleri görülüyor. Erzurum ahâlîsi gayet zekî ve mültefit. Sözleri düzgün. Esnafı bile ‘irfan sahibi. Onların, size iltifat içün bir: -Beğim, gözün üstüne gele, deyişleri var ki, bu basit cümlelerdeki teslîmiyetkârâne ve samîmâne edâlarına karşı Anadolu’nun bu serhad halkına kalben bir hürmet beslememek gayr-i kabil. Rus istîlâsı altında silâhsız yaşayan, Ermeni mezalimine çocuklarını, erlerini, hattâ kadınlarını kurban veren, işte bu halk...
Gamze Öksüz Kökleri Çarlık Rusyası'na dayanan bir ceza sistemi olsa da zamanla Sovyet Ceza Hukuku'nun ayrılmaz bir parçası hâline gelen, aynı zamanda Stalin'in sanayileşme politikalarına bedava iş gücü sağlayan ve o dönemde Gulag adını alan zorunlu çalışma kampları, sıra dışı hayatların yaşandığı yerlerdir. Ağır fiziksel çalışma şartlarının yanı sıra yetersiz beslenme, Sibirya soğuğuna dayanıksız iş kıyafetleri, dayak, aşağılanma, fiziksel ve psikolojik şiddet, sonu gelmez hastalıklar ve kurşuna dizilme tehditlerinin arasından sağ ve hâlâ “insan” olarak kurtulmayı başaran sanatçıların anı, deneyim ve görgü tanıklıklarından oluşan kamp edebiyatının en büyük temsilcilerinden biri de Şalamov'dur. Yazar, Kolıma Öyküleri'nde insanlık dışı kamp yaşamının gerçeklerini gereksiz detaylara girmeden, psikolojik çözümlemeler yapmadan, tıpkı kamp yaşamının kendisi gibi acımasız ve ölümcül darbelerle anlatır okuyucuya. Öykülerden birinde de ifade ettiği gibi;
“Kamp, duygusallıktan hoşlanmaz, uzun ve gereksiz ön söz ve açıklamalardan hoşlanmaz, hiçbir yaklaşımdan hoşlanmaz”.
Müzeyyen ÇELİK Müzeyyen Çelik'in hikâyelerini okuduğumuzda huzuru özlediğimizi fark ediyoruz. Sokağımızdaki insanları özlediğimizi. Modern hayatın içinde dolaşan yabancılar hissi yakamızı bırakmıyor. Çelik, çoğu kimsenin dikkat bile etmediği insanları öylesine güçlü bir anlatımla somutlaştırıyor ki hepsini gerçek zannediyoruz. Bu etkiyi uyandırmak işin başındaki bir hikâyeci için büyük başarı. Üstelik Türkçesi mükemmel. Kamu Baş Rüyacısı, Müzeyyen Çelik'in ilk kitabı.
Mehmet Toker Siz hiç bir yakınınızı kaybettiniz mi? Mesela annenizi kaybettiniz mi?
Kültürel çatışmaların, ötekileştirmelerin, ön yargıların, maddi ve manevi sömürünün hâkim olduğu, zayıfların ezildiği ve kutsalı menfaat olan bir dünyada; babasını hiç tanımamış, dünyadaki tek varlığı olan annesini, henüz 17 yaşında iken kaybeden bir genç kız ne hisseder? Kime sığınır? Hayatının geri kalanı için ne düşünür? Böyle bir acıya nasıl dayanır, nasıl güçlü kalabilir? İnsan acı çektikçe olgunlaşan bir varlık mıdır? Acı çekmek insanları olgunlaştırır mı? Kâinatta acının varlığı gerekli midir? Tanrı, neden kötülüklere engel olmuyor? Hayat nedir? Özgürlük nedir? İnsan nedir? İnsanı mutlu ve huzurlu varlıklara dönüştürmek mümkün mü? Çaresizliğin girdabında soran, sorgulayan ve arayışları ile yolunu aydınlatmaya çalışan bir genç kızın hikâyesi. Aynadaki yansımalara takılıp kalmayan, perdenin arkasındaki hakikate ulaşma çabasının mücadelesi. Mağara duvarındaki gölgelerin illüzyonundan, bakışlarını aydınlığa çeviren, çaresizliğin en büyük çare olduğunu keşfeden bir kâşifin benzersiz tecrübesi.
Bilal Karabulut Prof. Dr. Bilal Karabulut, aslında hepimizin içten içe bildiği ama bir türlü harekete geçiremediğimiz en kadim refleksimizi harekete geçiyor bu romanında. Nedir bu refleks? “İnsanın iyi ve anlamlı bir hayat arayışı…”. Kendini tanıyan ve kendi gerçekliğini kendi inşa edebilen çok az sayıda insan vardır. Geri kalan çoğunluk ise alışkanlıklarının, çevresinin, öğretilmiş çaresizliklerinin girdabında hayatını boş yere heba etmekte.
Postpozitivist metodolojiyi kullanan inşacı teorinin (konstrüktivizm) öğretileri temelinde “Anlamlı bir hayat nasıl yaşanır ve insan gerçek iç huzuru nasıl yakalar?" sorularının cevabını okuyucuya sunmakta yazar. İnsan, kendi hayatını yalnızca “kendisi” anlamlı hâle getirebilir.
Galsan Tschinag 1995 yılında 130 deve, 330 at, 30 köpek, 16 tavuk, 1 kedi, 140 Tuvalı ve kamera ekibinde yer alan 6 kişiden oluşan bir kervan 62 gün süren bir yolculuk sonunda Moğolistan’ın doğusundan batısına 2000 km yol kat eder. Kervan’ın başında obanın beyi, Galsan Tschinag vardır.
Bu kitap, bu göçün öyküsünü anlatır.

Yazar, Adelbert-von-Chamisso, Puchheim Okuyucu Ödülü, Heimito von Doderer Edebiyat Ödülü, Almanya Liyakat Nişanı, Alman Endüstri Birliği Edebiyat Ödülü, Avrupa TREBBIA Ödülü, Marburg Şehri Edebiyat Ödülü sahibidir.
Mehmet Kartal “Kafası karışık bir şeyh, kötülük yaparak iyiliğe ulaşabileceğini düşünen bir tarikat, isimsiz bir yazar, şair ruhlu bir devlet adamı, iyiliğin büyümesi için kötülükle beslenen bir adam…”
Karakterleriyle ideolojilerin, dayatmaların, dogmaların içinde tipik insanı arayan yazar Mehmet Kartal'ın bu romanı, “Kara Kaplı Ak Kitap” üçlemesinin de son kitabı.
Kötülük ve Cezmi, ilk tarihi romanımız olan Namık Kemal'in yarım kalmış Cezmi romanına bir ilave olmayı hedefliyor.
Celâl Nuri Âh bu kokuları ne kadar severim! Hele otomobilin çıkardığı benzin kokusuna ne kadar bayılırım! Ben bunları bir duhter-i zî-ânın süründüğü bütün ıtriyat-ı nâdireye, Bizans imparatoriçesi Teodora’nın imâl etdirdiği bütün revâyih-i tıbbiyyeye tercih ederim. Hele vapur dumanı, kömür tozu, makine kokusu, inşâat arasında kireç, çimento kokuları beni hayran eder. Bunların cümlesini bir ma’şûka-i dil-firîbin şemîm-i zülfüne tercih etmekde benim yerden göğe kadar hakkım var. Büyük bir fa’âliyet ve hayat gösteren, cihanı lerzân, beşeriyeti ihyâ eden bunlar, bu sa’y ü amel kokusu, bu bû-yi lâtîf-i medeniyyetdir.
Ömer Serdar Dışarıda başkalarının gerçeği vardı. Bense, loş bir karanlığın gölgelediği bu dikdörtgen odanın içinde, ilaç kokularını yemeğime katarak kendi gerçeğimle baş başaydım. Zaman bendim. Şu perdeyi araladığımda oradan yansıyacak ışık, bir gök taşı gibi odaya düşecek, sonsuz ve sınırsız olarak belirlediğim her şey, o insanların aralıklar tayin ederek sınırlayacakları bir metafora dönüşecekti. Keşke Meliha gelmeseydi.
Ali Rıza Seydi Yıllarca aynı yastığa baş koymuştuk. En az on yıl. Son yıllarımız ise aynı üniversitede geçmişti ama artık birlikte yatmıyorduk. O günler eskide kalmıştı.
Köyde doğup büyüyen iki kardeştik biz. O zamanda yetişen hemen tüm köy çocukları gibi biz de uzun yıllar aynı tabaktan yemiş, aynı yatakta yatmıştık. Sonradan o iyi bir akademisyen olmuştu, ben ise son yıllarda gösterdiğim gayretle iyi bir akademisyen olma yolunda ilerliyordum.
14 Mart'ta onu hapse attılar! Hakkındaki suçlamalar bomboş, saçma sapan iddialardı. Ne yapar eder onu çıkarırım diye umut ediyor ve bunun için var gücümle çabalıyordum. 14 Mart'ın felaket bir gün olduğunu düşünüp, onun başımıza açtığı dertlerden kurtulmaya çalışırken dört ay sonra 15 Temmuz geldi. Felaket öyle değil böyle olur dercesine!
Çok önem verdiği yakın çevresini kâbusa çevirenler, o hapisteyken de boş durmuyorlardı. Onun sorunlarını giderecek bir şey yapma hususunda hiç iyi değillerdi fakat bir şeyler yapmak için çırpınanları engellemek, bu ortamda onlar için zor olmadı. Bir süre sonra görüşemez ve haberleşemez olduk. Artık tek çaremiz kalmıştı: Mektuplara, dönmek.
Ali Rıza Seydi Abim artık yıllardır hapiste yatan ve oradan çıkması kolay görünmeyen biriydi. Bir zamanlar herkesin gözünün içine baktığı genç ve parlak bilim insanı perişan durumdaydı. Ben içeride değildim ama büyük tehlikelerle yüz yüzeydim.
Denizin ortasında gemisi batmış, dev dalgalarla boğuşan insanlar gibiydik. Öncesinde de -yakın bildiğimiz çevremizdeki kimselerle birlikte- sakin sularda yüzmeyi zar zor beceriyorduk. Bu hâldeki birileri bir anda dev dalgalar arasında kalınca başka ne olabilirdi ki? Dev dalgaların arasında can simidi gibi duranların, o ortamda dahi boğazımızı sıkmak için fırsat kollayan ahtapotlar olduklarını, gözyaşı dökenlerin bir taraftan ciğer yağlarını erittiklerini göstermeleri uzun sürmedi.
Bu koşullarda kendimizi nefes alır hâlde tutacak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Mektuplar en büyük motivasyon kaynağımızdı. Onlar sayesinde hem başımızdaki davalara dair bir şeyler yapmaya hem de birbirimize moral olmaya çalışıyorduk.
Mektupların moral verici olması için -hâli bizim gibi olup- güzel işler yapabilen kişilerden söz etme hususunda anlaşmıştık. Bu kez mektuplara “Görüldü” damgası basanlar karşımıza çıktı. Onlar başımıza yeni davalar açsalar da biz tehlikeli konularda yazmaktan vazgeçmedik. Çünkü artık mektuplaşmak adrenalin tutkusuna dönüşmüştü.
Ali Rıza Seydi Çok çabalıyordum ama olmuyordu. Suçsuz olduğu apaçık ortada olan abimi yıllardır ceza evinden çıkartamamak çıldırtıcıydı. Davasına en çok destek olması gereken etrafındaki birkaç kişinin başarılı olduğu tek husus vardı: onun için etkili bir şeyler yapma potansiyeli bulunan beni ondan tuzak tutmak! Bundan emin olduktan sonra, onu bu kişiler hakkında uyarmaya çalıştım. Bir ara anlayacak gibi oldu ama sonra bu husustaki çabasından vazgeçti. Mektuplar da olmasa -bu kişiler yüzünden- onunla hiç haberleşemeyecektik.
Olanlara anlam vermekte zorlanıyordum. Bana kalsa “Bu saçma sapan şeylerde anlam mı aranır?” deyip geçerdim ama bu mümkün olmadı. Vazgeçmek üzere olduğumu ya da etkili bir şeyler yapmak istediğimi anlayınca o bunlara engel oluyordu.
Artık bu iş böyle devam edecek diye düşünürken sürpriz bir gelişmeden haberdar olduk. Bu, benim ona anlatmaya çalıştığım kişilerin yaptıklarını kör göze parmak gibi gösteriyordu. Davasına destek olmak yerine beni ondan uzak tutmaya çalışanlar açığa düşmüştü. Olup bitenleri mektuplarda yazmak sayesinde müthiş bir şey yapmıştık. Fakat sonradan olanlar her şeyi anlamsızlaştırdı.
Hıfzî Pes Hazret-i 'Ömer bir gün çeri çeküp Kudüs-i şerîfi almağa geldi. Mağara-i Ken'ân derler bir yer var idi, anın üzerine 'alem dikdi ve cümle 'asker ile anda konup Kudüs beğine elçi gönderdi. Ol zaman Kudüs beğine Yunan derlerdi bir ulu melik idi Kudüs-i şerifi üç kerre yapdı ve içinde kenisalar binâ edüp vâfir 'imâretler yapdırdı. Kudüs-i şerîfin ekser yeri hâlâ anın binâsı eseridir. Çün ki elçi melike erişdi, nâmeyi okudular. Mefhûmun anlayup eyitdi: “Ben 'Ömer'in sûretin ve hırkasın ve dekanın ve kaametin bilürem zîrâ ki ol zamanda Hazret-i 'Ömer radıyallahu 'anhin heybetinden küffâr ziyâde dehşet üzre olmuşdu. Dînce salâbeti ve kerâmeti zâhir olup andan sûretin ve hırkasın kitâbları içine yazmışlar idi. Eyitdiler: Var 'Ömer'e söyle taşra çıksun. Biz burçdan bakalım tahkîk ol mudur? dediler.
Fatih Sakallı Modern Türk Tiyatrosu Üzerine İncelemeler, Tanzimat'tan günümüze kadar yazarlarımızın kaleme aldığı tiyatro eserleri hakkında yazılan inceleme ve değerlendirme yazılarından oluşuyor. Kitapta; Ahmed Midhat'tan Abdülhak Hâmid'e, Reşat Nuri Güntekin'den Hüseyin Rahmi Gürpınar'a, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan Yaşar Nabi Nayır'a, Feyyaz Kayacan'dan Bekir Büyükarkın'a, Osman Zeki Özturanlı'dan Yahya Akengin'e birçok yazarımızın tiyatro eserleri farklı bakış açıları ile değerlendiriliyor. İnsanın sanat yapan bir varlık olması, tiyatronun da insanı en iyi anlatan sanat dallarından birisi olması, bu inceleme ve değerlendirmeler ile bir kez daha gözler önüne seriliyor. Konuşma ve eylemlere dayanan tiyatro, aynı zamanda da toplum kültürünü yansıtan bir sahne sanatıdır. Bu kitaptaki metinler de kültürümüzün yansımalarını ele alıyor. Kitapta ele alınan inceleme ve değerlendirmeler ile Türk toplumunun yaşantısı, değerleri, yanlışları, çıkmazları, yaşanmışlıkları, kavgaları, mücadeleleri, komiklikleri vb. hâlleri yansıtılmaya çalışılıyor.