Edebiyat \ 1-9
Bünyamin Yıldız
E. Zeynep Günal, Emine İnanır, Hüseyin Kandemir, Lada Aksüt, Leyla Çiğdem Dalkılıç, Mariya Sunar, Nazan Coşkun, Onur Şahin, Pelin Esen, Tuğba Günör Cezalar, idamlar, aflar ve sansürlerle geçen sancılı bir dönem olmasına rağmen 19. yüzyılın Rusya'nın edebiyatına çok cömert davrandığı bir gerçektir. Ülkenin ulusal kimliğinin son aşamasını tamamladığı bu çağda, dünya çapında tanınan, eserleriyle klasikleşen ve sanatsal zarafetin doruğuna ulaşan pek çok şair ve yazar doğar. 19.yüzyılın Rus edebiyatının “Altın Çağ”ı olarak adlandırılmasının nedenlerinden biri budur. “Altın Kalemler” başlığını taşıyan bu ortak çalışma bir edebiyat tarihi ya da eser analizi değil, başyapıtlarının kısmen gölgesinde kalan seçkin Rus yazarlarının yaşam öykülerini; 19. yüzyılın tarihsel, sosyolojik ve edebi arka planıyla birlikte aileleri, çocuklukları, yazarlığa ilk adımları hem sanat hem de kişilik bakımından olgunlaşma süreçleri, isyanları, tutkuları, aşkları ve hemen her alandaki mücadeleleri çerçevesinde anlatabilme çabasıdır. Çalışma içinde yer alan her bölüm, akademisyen yazarın kendi üslubu ve kendi seçtiği bilgilerle oluşturulmuştur.
Şükrü Can Balta Yeryüzünde yaşanan olaylara kayıtsız kalmayan edebiyat metni, bu yönüyle kendini daima yenilemektedir. Özellikle çeyrek asırdır gündemdeki yerini koruyan çevre meselesinin Türk hikâyesinde de belirgin yansımaları bulunmaktadır. 1950 sonrası hikâye metinleri arasında tekrar eden tematik başlıklar, her dönem etkisini hissettiren ortak sorunların bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte sadece belirli dönemlerde tartışma konusu olan, bölgesel ve devamlılık arz etmeyen çevre krizlerinden de bahsetmek mümkündür.
Çalışmada; sanat ve edebiyatın işlevselliği üzerinde durulmuş, eleştiri geleneğinin bilinç sağlayıcı yönü vurgulanmış ve ekoeleştiri kuramının temel görüşleri aktarılmıştır.
Çalışmanın esas bölümü ise Türk hikâyesinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yer edinen çevre vurgusuna ayrılmıştır.
Özetle ortak yaşama bilincini muhatabına hatırlatma niyetindeki bu eser, edebiyat-çevre incelemelerine katkı sağlamayı hedeflemektedir.
Ahmet Karakaya, Ahmet Köroğlu, Alev Erkilet, Alperen Gem Ennçosmanoğlu, Asım Öz, Ayşen Baylak, Ertuğrul Zengin, Fatih Kucur, İbrahies Aksu, İlhan Sadıkoğlu, Kâmil Yeşil, Mahmut Hakkı Akın, Mehmet Erken, Mustafa Aydın, Mustafa Oğuzhan Çolak,Necdet Subaşı, Nurettin Ürün, Serkan Yorgancılar, Şerife Nihal Zeybek, Tuba Aydın, Vahdettin Işık, Yunus Emre Özsaray, Yunus Emre Tapan Ulus devlet serüveninin çeperinde şekillenen içe kapanma dönemi¬nin düşünce dünyasında da ciddi bir sınır oluşturduğunu her ge¬çen gün daha iyi anlıyoruz. Gündemler, kavramlar ve meseleleri ele alıştaki öncelikler takip edildiğinde bu durum açıkça gözlemlene¬bilir. Bu sınırlılığı aşma işaretlerinin en somut şekilde görüldüğü dönemin, çok partili hayatın nispeten süreklileştiği 1960-1980 ara¬sı yıllar olduğunu söylemek mümkündür. Bir ölçüde, halkın farklı katmanlarının doğrudan sürece dâhil olduğu bu dönem, gerek Tür¬kiye’nin yakın tarihindeki özgül ağırlığı, gerekse de İslamcı düşünce ve yayıncılık tarihindeki yeni arayışlar, mecra tutuşlar, kurumlaş¬malar, çeşitlenmeler ve söylem farklılaşmaları bakımından günü¬müzde de canlı bir şekilde etkisini devam ettirmektedir.
Ayrıca dönemin faaliyetlerinde etkin rol üstlenmiş şahısların önemli bir kısmının hâlen hayatta bulunması bugünden yapılacak bir okumanın sınanmış bir gözle de murakabesine imkân vermek¬tedir. Bugünün Türkiyesini siyasette, bürokraside, sivil kurumlarda ve entelektüel alanda taşıyan kadroların çok önemli bir kısmının 1960-1980 döneminde yetişen kuşaklar olduğu dikkate alındığın¬da, o yılların önemi daha iyi anlaşılacaktır. Sonuç olarak, günümüzü daha iyi anlamak için, adeta bugünün ana rahmi olan 1960-80 yıl¬larını yakından incelemenin gerekliliği oldukça açıktır. Dolayısıyla gerek tanık olduğumuz sürecin anlaşılmasına katkıda bulunması gerek yaşayan bu tarihî tanıklarla yeni kuşaklar arasında bir köprü oluşturma imkânı vermesi bu çalışmanın hem niyetini hem de kıy¬metini ortaya koymaktadır.
Yılmaz Açık 2. yüzyılda Yunan yazar Lukianos'la birlikte başladığı varsayılan bilimkurgu, Türk edebiyatında ilk defa 19. yüzyılda Jules Verne çevirileriyle görülmeye başlamıştır. Bu dönemde, Ahmet Mithat Efendi'ye ait Fenni Bir Roman yahut Amerikan Doktorları (1888) da ilk telif eser olarak Türk edebiyatında yerini almış olsa da çok uzun bir süre bu türe ilgi gösterilmemiştir. 1970'li yıllara kadar yayımlanan çok az sayıdaki eserle varla yok arasında varlığını sürdüren bilimkurgu, 1970'li yıllardan sonra çıkan fanzin ve bilimkurgu dergilerinin de etkisiyle 1980'lerde daha görünür hâle gelmiştir. 1980 sonrasında da Amerika ve Avrupa'da yayımlanmış romanların Türkçeye çevrilmesi ve sinemadaki bilimkurgu filmlerinin etkisiyle özellikle 2000 sonrasında giderek artan bir şekilde Türk edebiyatında yerini almaya başlamıştır.
Bu kitapta, 1980 sonrasında bilimkurgu türünde yayımlanmış romanlar incelenerek bilimkurgunun Türk edebiyatındaki yeri ve gelişimi ortaya konmaya çalışılmıştır.
Zeki Taştan, Servet Şengül 21. Yüzyıl Türk Şiiri Şairler Akımlar Sorunlar, Çevrimiçi Sanat ve Edebiyat Akademisi ÇESA'nın günümüz Türk şiiri üzerine 1990 sonrası şair, yazar, eleştirmen ve dergicileriyle yaptığı söyleşileri içeren altı bölümlük bir kitaptır. Bu bölümlerde hem günümüz şiirinin de dâhil olduğu modern Türk şiiri üzerine değerlendirmelerde bulunulmuş hem de konuşmacı şairlerin poetikaları irdelenmiştir. Servet Şengül, Hakan Şarkdemir, Osman Özbahçe, Hakan Arslanbenzer, Hayriye Ünal ve Murat Üstübal'ın konuşmacı olarak yer aldığı bu kitap, günümüz şiirini anlamak isteyen okur için derinlikli ve doyurucu açıklamalardan oluşmaktadır. Zira konuşmacılar dışında, Türk edebiyatının yaşayan birçok şairi ve önemli akademisyenleri de konuşmalara soru ve açıklamalarıyla katkıda bulunmuştur.
Hicabi Kırlangıç
Muhsin Önal Tarihin her döneminde Batı dünyası için ciddi önem arz eden bir güç olarak öne çıkan Osmanlı Devleti'nin gizemi sadece siyasi arenada söz sahibi olmasından kaynaklanmamaktadır. Zira Osmanlı kökenleri itibarıyla Müslüman bir Türk devletidir. Dolayısıyla Avrupa’lı Hristiyanlarla mukayese edildiğinde toplumsal dinamikleri çok farklı bir çizgide evrilen Osmanlı Müslüman cemaatinin sosyal yapısı da son derece dikkat çekici olmuştur. Üstelik bu ilgi sadece resmi ilişkiler düzeyinde kalmamış, ülkeyi karış karış dolaşan Batı’lı seyyahları da etkisi altına almıştır. Nitekim seyyahlar sadece gezginlere mahsus bir heyecan ve hevesle Anadolu topraklarını arşınlamamışlardır. Onlar, toplumun dokusunu da detaylı olarak incelemişlerdir. Ömür çizgisinin temel saiklerinden olan doğum, düğün, ölüm, Müslüman evinin yirmi dört saati, kadının sosyal hayattaki konumu, eğitim ve öğretim süreçleri ve kuşkusuz idari hayat ile askerî müesseselerin tamamı seyyahların detaylarıyla ilgilendikleri ve yazılarında okuyucularına sundukları meseleler olarak Batı insanının gündemini sürekli meşgul etmiştir. Bu çalışmada da Müslüman Türk toplumuna dair farklı zihin okumaları yaparak bunları kaleme alan Avrupa’lı beş seyyahın gözüyle aileden devlete Osmanlı hayat modeline yer verilmekte ve oryantalizmle ilgili araştırmalar yapan tarihçilere katkı sunmak amaçlanmaktadır.
İbrahim Algın Bu kitap; Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş, eğitim almış bir mimarın; kendi biyografisi, ailesi ve atalarının hikâyesi olmakla birlikte aynı zamanda Türk aile yapısının 18. yüzyıldan bu yana geçirdiği değişimi, aile içi iletişimi, ailenin evrimini, kültürü, insan-insan, insan-toplum ilişkilerini gözlem, yaşantı ve büyüklerden dinlenenlere dayanarak öykü tadında anlatan bir sosyokültürel, tarihsel belge niteliğini de taşımaktadır. Bu özellikleriyle, hem bir aile biyografisini hem de 1770'lerden 2020'lere kadar yaklaşık 250 yıllık bir Anadolu aile yaşantısını okuyacaksınız.
Ruknettin Kumkale Elinizdeki sözlük; vergi, ekonomi ve muhasebe konularının birbirleri ile iç içe yaşamasına karşın, sadece muhasebeyi ilgilendiren terimlerin toplandığı ilk ve tek yayındır. Bu ilk yayının ilk basımı 2000 yılında Muhasebe Sözlüğü adıyla yayınlanmıştı.

Sözlüğü hazırlarken şu düşüncelerle yola çıktık:

XXI. yüzyılın başlarında artık; ekonomi, muhasebe, hukuk, sigorta konularındaki çalışmalar birbirinin içine girmiştir. Ayrıca muhasebe; iş dünyasının, sosyal güvenlik konularının, Avrupa Topluluğu ile münasebetlerin, gümrük, dış ticaret, kambiyo, sigorta, para piyasaları, sermaye piyasaları gibi yelpazedeki çalışmaların konuşulduğu bir bilim dalı haline gelmiştir. Günümüzde artık muhasebe ile ilgili bir kavramı dile getirmeyen kişi hemen hemen kalmamıştır. Bu açıdan, sözlüğü hazırlamaya başladığımız zamanki düşüncemiz, sözlükten herkesin yararlanmasına olanak sağlamak şeklindeydi. Konuya bu açıdan yaklaşarak muhasebe faaliyetleri içinde geçen terimleri sözlük kapsamına almaya çaba gösterdik.

Terimlerin açıklanmasında Türk Dil Kurumu sözlüğünden; kavram eski dilden kaynaklanarak geliyorsa Osmanlıca Lügat'ten yararlandık. Ayrıca günlük konuşma dilimizde anlamını bilerek veya bilmeyerek sürekli kullandığımız kelimelerin sözlük, yasa ve kullanım anlamlarını da açıklamaya çalıştık.

Fikri Özçelikçi “Baba ahh!” cümlesi çünkü babası uzakta olduğu sürece yarası daha az kanıyordu çünkü bu yarayı açan, üzerine tuz basarak dağlamaya çalıştığı bu yarayı durmadan kanatan da yine oydu. Çocukluk çağlarında, evlerinde her şey bazen yeşil gibi sakin, bazen de kırmızı gibi yakıcıydı ama her şey çok güzeldi sonuçta… bahar geldiğinde bahçeye çıkıp oyuncaklarıyla oynar, dalları önce çiçeklensin, sonra da çiçekler meyveye dursun diye gözünü erik ağacına diker, minicik meyveye dönüşen erikler olgunlaşsın diye bekler ve erikler yenecek kıvama geldiğinde de yanına bir tuzluk alarak erik ağacının göklere uzanan dallarına tırmanırdı. Kaygan zemini üzerinde tuz durmayan erikten önce küçük bir ısırık alır, sonra ısırdığı yere tuz basardı. Sanki yarasına tuz basardı. Zaman, erik ağacının yeşiliydi o zaman.”
Fikri Özçelikçi, okuyunca şaşkınlık yaşamayacağımız öyküler yazıyor. Kurgusu sağlam, bir örüntü etrafında ufku genişleyen, imgelere yaslanmasını bilen sahici öyküler. Yazarın sıradan hayatlara dokunuşları var öykülerinde. Kitapta öne çıkan, imrenilesi bir şey var ki o da şu; yazar öyküsünü bir yandan gözleme dayandırıyor (bunu yaparken tedaiye açık hatta davetkâr cümleler kullanarak) ama bir yandan da arka planında sürgit, daha bir kül rengi, daha bungun bir çevrimiçi yaşamın da ipuçlarını vererek, bilinç akışı öyküsüne yakınlaşmaktan da kendini alamıyor. Görünen, yani şahit olunanlar ile kendine özgü imajiner dünya arasındaki dengeyi kurabilen yazar, öyküleri sonlandığında mutlaka okuyucunun da yazabileceği bir alan bırakarak başarıyor bunu…
Selim Erdoğan
İbrahim Demirci Ahmet Hâşim’in Nesirleri
İBRAHİM DEMİRCİ

Türk Şiirinin büyük şairlerinden Ahmet Hâşim hakkında en kapsamlı kitaplardan birini sunuyoruz: Ahmet Hâşim'in Nesirleri. O Belde'nin, Merdiven'in, Karanfil'in, Piyale'nin, Bülbül'ün, Bahçe'nin, Süvari'nin güçlü, ince ve yabanıl şairi Ahmet Hâşim, nesirleriyle de dilimizi ve edebiyatımızı zenginleştirmiştir. Çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı ve ancak üçte birini kitaplaştırdığı fıkra, söyleşi ve gezi yazılarının hemen hepsine “deneme” derinliği ve lezzeti katmış olan Ahmet Hâşim, kişiliğini ve mizacını edebi akımların ve siyasi ideolojilerin oyuncağı olmaktan sakınmış; dünyaya özgür, meraklı, zaman zaman çocuksu ve muzip gözlerle bakabilmiş; bütün insanlığın kültür birikiminden olabildiğince yararlanmış; estetiği gözeten bir yaklaşımla derinlikli metinler üretmiştir. İbrahim Demirci bir kuyumcu titizliğiyle bu çalışmada onun kitaplaşan ve kitaplaşmamış bütün nesirlerini ele almış; hem içerik, hem biçim bakımından değerlendirmiştir. Hâşim'in nesirleri bağlamında temel kaynak niteliğindeki bu çalışma, böylesi çalışmaları çoktan haketmiş Hâşim'e bir övgü değil, bir ödevdir.
“Fakat doğru düşünmüş olmak için neden filân veya falan gibi düşünmek elzem olmalı?” “Beni anlamanız için bir ruhunuz olmalıydı ve o ruh, hemşehrimiz Loti'nin ruhu gibi şifâ bulmayacak tarzda zehirlenmiş olmalıydı.” “Cami ve insan, cübbe ve sarık, mangal ve nargile şark denilen şey değildir; şark bunları görüp duymakta ve görürken benimsemektedir. / Edebiyat, hayatın havasında ve sinirlerin ağlarındadır. Ressamlarımız atölyelerinin terebentin kokan havasından çıkmağa râzı oldukları gün bunu bileceklerdir.” “Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.” “Hiçbir çehre hayâlde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir.” “İstanbul'da hayatında ancak bir iki defa, o da haberi olmaksızın, kolunu siyasî bir mevzuun elektrik tellerine çarpmış bir şaire mukabil, Ankara'da bal çanağına düşen arılar gibi kanatlarını artık kullanmaktan âciz, ayaklarıyla tıpış tıpış yürüyen nice şair var.” “Hiçbir san'atkâr eserini yaratmadan evvel, ondan başkalarına bahsetmek istemez. Zira sırrı fâş olmuş bir eser, doğmadan ölmeğe mahkûmdur.” “Her devirde başka türlü tarif edilen sanatın son tariflerinden biri de şudur: 'Hakiki hayatın bizden esirgediği tahassüsatı telâfi etmek vasıtası.'” “Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.” “Seviliyor muyum, sevilmiyor muyum, diye mütemâdiyen endişe içinde olan bir millet beğenilmekten ümidini kesmiş olan bir millettir.”
Abdullah Bağdemir Arap kökenli alfabeden Latin kökenli alfabeye geçmek üzere Maarif Vekilliğinde dokuz kişiden oluşan bir heyet meydana getirilmiş ve bu heyet 26 Haziran 1928’de eski Millî Eğitim Bakanlığı binasında, Talim ve Terbiye odasında toplanarak çalışmalarına başlamış ve ilk iş olarak alfabe ve gramer raporlarını hazırlamıştır. 41 sayfalık Elifbe Raporu’nun “layiha muharriri” İbrahim (Grantay), daha sonra çıkan 69 sayfalık Gramer Hakkında Rapor’un “layiha muharriri” Ahmed Cevad (Emre) olmuştur. Elifbe Raporu’na imza atan üye listesinde Dil Heyeti adı, Gramer Raporu’na imza atan aynı kişilerin oluşturduğu üye listesinde ise Dil Encümeni adı görülmektedir. Dil Heyeti, 12 Temmuz günü yaptığı toplantıda, alfabe projesine son biçimini vererek yeni Türk alfabesi projesinin tamamlandığını Anadolu Ajansı ve basın aracılığıyla duyurmuştur. Dil Heyeti’nin Alfabe Raporu’nun yeni harflerle ilgili bölümü 31 Temmuz günü Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. Raporun tümü de 1928 Ağustos başında kitap olarak İstanbul’da basılmıştır.
Rapora göre Latin harflerinin Türk diline uygulanması için bugünkü ortak, edebî dilin dayandığı ince, gelişmiş İstanbul konuşma dili esas alınarak kuramsal ve uygulamalı yönlerden en uygun ve elverişli bir alfabe oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu amaçla ilk olarak Latin harflerinin asli değerleri ve kullanıldıkları Avrupa ulusları katında uğradığı değişiklikler incelenerek bugün söz konusu harfleri Türkçeye ne şekilde uygulamanın yerinde olacağı büyük bir dikkat ve özenle düşünülmüş, ikinci olarak bazı ilkeler saptanarak bunların mümkün olduğu kadar belirli bir yöntem kullanılarak uygulanmasıyla istenilen harfler düzenine ulaşılmıştır.
Arap kökenli alfabe fonetik değildi. Latin kökenli Türk alfabesinde tek ses için harf birleşmeleri olmadığı gibi, okunmayan harf de yoktur ve her sese bir harf esasına dayandığından Türkçenin fonetik yapısına uygun bir alfabedir. Latin kökenli alfabe 29 harften oluşmuş ve Türkçeye özgü sesler için Latin alfabesinde bulunmayan ç, ş, ğ, ı, ö, ü gibi harfler eklenmiştir. Türkçe bunu yaparken diğer diller gibi Avrupa’daki eski ve yeni dillerden aldığı birtakım harflere yeni değerler yükleyerek, bazılarına ayırıcı işaretler (diacritical marks) koyup biçimini değiştirerek alfabesini düzenlemiştir.
Kitap olarak basılan ancak Latin harflerine aktarılmayan Elifbe Raporu’nun metni, çeviri yazıya aktarıldı. Alfabe değişikliğinin nedenleri ve bu değişikliğine giden yolda neler yapıldığı anlatılarak raporun içeriği özetlenip değerlendirildi. Sonuna açıklanması gerekli görülen sözcük ve terimleri içeren bir de sözlük eklendi. Böylece Latin harfleri esas alınarak 1.XI.1928 gün ve 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” ile kabul edilen metin, 90. yılında, Latin harfleriyle yayımlanarak yeniden ele alınıp değerlendirilmiş oldu.
Seher Erdoğan Çeltik Ali Ekrem Bolayır'ın şiirlerini okuyucuyla buluşturan bu kitapta, önce şair hakkında kısa bilgiler verilmiş; sonra şiirleri tek tek ele alınıp incelenmiş, dikkat çeken hususlar üzerinde durulmuş, Ali Ekrem'in şiiri ve şairliği hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. İncelemenin sonuna şiirlerin günümüz alfabesine aktarılmış biçimi eklenmiştir.
Küçük yaşlardan itibaren edebiyatla bilhassa şiirle ilgilenmeye başlayan şairin bu ilgisinde, Namık Kemâl'in oğlu olması ve onun hassasiyetleriyle yetişmesinin etkisi büyüktür.
Ali Ekrem'in şiirlerinde Sultan Abdülhamid Dönemi'nden Cumhuriyet sonrasına kadar Türk şiirinin merhaleleri takip edilebilir.
Türk edebiyatının önemli şairlerinden biri olan Ali Ekrem; babasından tevarüs eden millî hassasiyetleri, şiirinin şekil ve muhtevasındaki yenilik arayışları, manzum hikâyeleri, tabiat levhaları, şiire konu ettiği küçük şeyleriyle Türk şiirinde birtakım yeniliklere imza atmıştır.
Bu eserle Ali Ekrem'in bir şair olarak Türk edebiyatındaki yeri ve önemi ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Musa Aybek “İşte zafer geldi. Savaşın yol açtığı yıkımı ortadan kaldırmak ve memleketi eski hâline getirmek için büyük bir çalışma gerekiyordu. Savaştan yeni çıkmış olan kişiler büyük bir şevkle çalışmaya başladılar. Böylesine büyük işlere şahit olan yazarın bundan bahsetmemesi mümkün mü? Altın Vadiden Esintiler romanımı böyle duygularla yazdım. Savaştan kolektif çiftliklere dönen girişimci kahramanlarımı­zı (…) göstermek istedim.” (Özbekis­tan Medeniyeti Gazetesi 1965, 9 Ocak).
“Özbekistan Halk Yazarı” ödüllü Musa Aybek'in, 1949 yılında yayımlanan bu romanında, 2. Dünya Savaşı sonrası Özbekistan'da sosyal ve ekonomik alanda yaşanan sorunları ve değişimi, gerçekçi bir üslupla okuyacaksınız.
Osman ÖZBAHÇE Türk şiirinde yenilik fikri kurucu bir karakter taşır. Modernleşme sürecindeki şiirimizde yapılan yenilikler günümüze birbiri üstüne katlanarak gelir. Zincir yenilikle çekilir, gelenek yenilikle kurulur. Şair, devraldığı yeniliğe yenilik katarak kendi şiirini kurar. Şiirimizin önemli değişim noktalarının temel özelliği budur. Osman Özbahçe, modern şiirimizin temellenişi, yaşadığı değişim ve dönüşümler ışığında süreçleri işleyen yazılarını Analiz başlığı altında bir araya getirdi. Ebabil Eleştirinin 12. kitabı olarak çıkan Analiz’de neredeyse her yazının konusu yenilik fikri üzerinde yoğunlaşan yazılar manifestolardan akım yaratma çabalarına, şiirde millet bağından tabulara, edebiyat ortamımıza, teknolojinin şiirle ilişkisine varıncaya değin geniş bir yelpaze sunuyor. Analiz her yaklaşımıyla modern şiirimizi canlı tutan bir kitap.
Gülten Ülgen Anılarla Kültürel Çizgiler isimli bu eserde Gülten Ülgen, yaşam tecrübelerinden seçtiği alıntıları, bilimsel bir yapıya dayandırarak açıklamaktadır. Herkes, kendi yaşantısını, bilimden yararlanarak analiz edebilir; yine bilimden yararlanarak kendini yönlendirebilir. Rota her zaman insanın kendi denetiminde olmayabilir. Ama yakalandığı zaman da etkili biçimde kullanılabilir.
Lev Tolstoy'un dediği gibi;
“Hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, 'Pişman olurum.' diye yapmadıklarımızdır”.
Erdal Baran, Erdem Dönmez, Fatih Ekici, M. Naci Bostancı, Mehmet Eren, Merve Sevda Selvi, Rafet Can Yaylacı, Sena Baykal, Sibel Yılmaz, Şerif Aktaş, Tayfun Haykır, Uğur Mantu, Yakup Öztürk
Duygu Kamacı Gencer Konuşucunun önermedeki olay ya da durum karşısındaki öznel tutumunu ifade eden anlamsal bir fenomen olan kiplik, yüzyıllar boyunca felsefe, mantık ve dilbilimde araştırmacıların dikkatini çekmiş ve kiplik üzerine bugüne değin sayısız çalışmalar yapılmıştır. Mevcut dilbilimi alanyazınında Türkçe kiplik üzerine yapılan çalışmalar çoğunlukla biçimbilimsel bir nitelik göstermiştir. Ancak kipliğin konuşucunun öznel tutumunu yansıtan bir kategori olması, onun biçimbilimden başka çeşitli anlambilimsel ve edimbilimsel arayüzler ile de bütüncül biçimde ele alınması zorunluluğunu doğurmuştur.
Bu kitapta; kipliği bütüncül bir bakış açısı ile ele alan ve alanyazınında sıklıkla başvurulan F. R. Palmer'ın kiplik sınıflandırması, Eski Anadolu Türkçesinin görkemli metinlerinden biri olan ve konuşucu-dinleyici bakımından kiplik sınıflandırmasına katkı sağlayabilecek nitelikteki Dede Korkut Kitabı'na tatbik edilerek söz konusu sınıflandırma için çeşitli alt kategori önerilerinde bulunulmuştur. Dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde yabancı ve Türkçe alanyazını taraması yapılarak özgün bir kiplik tanımı ortaya konulmuş; kipliğin eylem zamanı, görünüş ve kip (TAM) kategorileri ile etkileşiminden söz edilmiştir. İkinci bölümde, Palmer'ın belirlediği önerme-eylem kipliği ölçütleri eşliğinde Dede Korkut metinleri incelenmiş ve Palmer'ın kiplik sınıflandırması için önerilen yeni kategorilere yer verilmiştir. Dördüncü bölümünde ise Dede Korkut metinlerinden elde edilen bulgulardan hareketle kuram ve dilbilgisel temelli değerlendirmeler yapılarak önerme-eylem kipliği ilişkisi tartışılmıştır.
Süleyman Sahra Süleyman Sahra - AR (Şiir)
Salih Cengiz Aydemir
Özgür Ballı Astigmat Sarı (Şiir)
Özgür Ballı
Adem Balkaya, Adile Yılmaz, Berna Ayaz, Doğan Kaya, Ezgi Metin Basat, Fatma Ahsen Turan, Gülten Küçükbasmacı, Hakan Çelikten, Kürşat Öncül, Naciye Ata Yıldız, Oğuzhan Aydın, Özkul Çobanoğlu, Özlem Ünalan, Pamuk Nurdan Gümüştepe, Recep Tek, Saim Sakaoğlu, Tuğçe Erdal, Ülkü Kara, Z. Görkem Duran Gültekin, Zekeriya Karadavut “Ben değilim Hak söyletir dilimi”
Ruhsatî
Çok geniş bir coğrafyada yüzyıllardır varlık gösteren, devlet kuran Türkler gerek siyasi arenada gerekse bilim, sanat ve edebiyat arenasında varlık göstermişlerdir. Orta Asya'da bozkır kültürünün bir verimi olarak karşımıza çıkan ozanlık geleneği, Anadolu'da yerleşik hayatın oluşturduğu şartlarda gelişmiş; zamana, zemine ve ihtiyaca göre şekil almıştır. Türk sosyokültürel yapısı içinde oluşan ve zamanla değişen ve dönüşen ozanlık/âşıklık geleneği, toplumun her kademesinde iltifat bulmuştur.
Ozanlık geleneği, yeni fiziki ve kültür coğrafyasında âşık adını alarak yeni konular, yeni formlar ve farklı icra mekânları ile yüzyıllara damga vurarak hayatına devam etmiştir. İsimlerine ulaşabildiğimiz sözün ilk ustaları olan Çuçu, Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, ozanların piri olan Dede Korkut, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Âşık Şenlik, Kağızmanlı Hıfzî, Ayaşlı Ahmet Fahrî; yüzyılımızda da sazıyla sözüyle Âşık Veysel, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Âşık Reyhani, Mahzunî Şerif ve daha niceleri, sazın ve sözün gücünü, halkın tefekkürünü, idrakini, bedii ve estetik zevkini şiirleri ile yansıtmıştır. Onlar, sazın ve sözün bayrağını şerefle taşımış ve günümüz halk şairlerine devretmişlerdir.
Saz ve söz ustalarının şiirlerinde zaman gelmiş, söz; hasreti, sonra vuslatı anlatmış, zaman gelmiş, mülkün sultanına olan muhabbet ve hasret dökülmüş mısralardan, zaman gelmiş haksızlıklara tahammül edemeyip adaletin keskin kılıcı olmuş, zaman gelmiş canını verip toprağını vermeyen şehide yakılan ağıt olmuştur. Kültürel belleğin taşıyıcıları olan halk şairlerimiz, ozandan günümüze kadar, sözü mahir söylemenin mesaj vermedeki gücünü ortaya koymuşlardır.
Hasan Kızıldağ Ağıtlar; binlerce yıl boyunca insanların acılarını, hayıflanmalarını, feleğe ve kadere şikâyetlerini, kayıplarını, yaşadıkları felaketleri velhasılıkelam yürekleri dağlayan her ne varsa o duyguları haykıran birer feryattır. Bu feryadın sesi, dinleyeni veya okuyanı anlatılan hadiselere götürür. Bu kitap, onlarca insanın tarifsiz bir dehşete yönelttikleri sesin feryatla karışık tezahürüdür. O ses acı, o ses yürek parçalayıcıdır. Tıpkı o sese sebep olan hadiseler gibi. İşte o hadise, Türkiye'de zamanı 6 Şubat 2023'te saat 04.17'de durduran hadisedir. Bu hadise, aziz vatanın on bir şehrini viraneye çeviren Kahramanmaraş merkezli 7,8 ve 7,6 büyüklüklerindeki iki korkunç depremin ve ardından bir türlü sakinleşmek bilmeyen yer kabuğu hareketlerinin insanların yüreğinde kabarttığı sestir. Bu ses, yaralanan yüz binlerin, enkaz altında can veren on binlerin çığlığıdır. Bu kitapta okuyacağınız sesler, depremin büyüklüğünü ve yok ettiği hayatları yürek diliyle çığıran birer ağıttır. Bu ağıtlar, bir babanın enkaz altında can vermiş olan kızının elini hiç bırakmadığı bir felaketin akıllara kazınması ve ders çıkarılması maksadıyla bir araya getirilmiştir. Bir daha böyle ağıtlar yakılmasın diye bu çığlıklara kulak verilmelidir.
Bilal Karabulut Prof. Dr. Bilal Karabulut, insan psikolojisinin derinlerine doğru esrarengiz bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. İnsan hayatındaki döngüsel akış şemalarını, epistomolojik ve ontolojik sorunsalları psikanalitik teori perspektifinde okuyucuya sunmakta. Tabii ki yazar, tüm anlatısını edebî bir roman zarafetinde kaleme almakta.
“Bir derviş, bir sosyoloji profesörü ve bir seri katil etrafında şekillenen bu roman, insanın gerçeklik algısını yeniden şekillendirmektedir…”
Belki de çoğu insanın en büyük sorunu “kendini tanıdığını zannetmesidir". Oysaki kendini tanıdığını zannetmek, kendi gerçekliğini bulmakla eş değer değildir çoğu zaman. İşte bu kitap, insanın içindeki gerçek potansiyeli keşfetmesine, yeni bir kimlik ve karakterle yeniden doğmasına cesaret verecek bilgeliklerle dolu. Yeni bir hayat için, yeni biri olmak gerek…
Ertuğrul Zengin Bu kitapta, Türkiye İslamcılığının önde gelen isimlerinden Atasoy Müftüoğlu’nun entelektüel-politik bir şahsiyet olarak düşüncelerinin oluşumu tarihsel gelişme çizgisi içerisinde incelenmiştir. 1960’ların sonunda yazı hayatına başlayan Müftüoğlu’nun kendi düşünce çizgisini oluşturma bakımından ilk büyük çıkışı 1978 yılında basılan Firak kitabıyla olmuştu. 1980’ler ve 90’lar boyunca son derece üretken biçimde görüşlerini kitap ve dergilerde Türkiye kamuoyuyla paylaşan Müftüoğlu'nun şahitliği 2000’ler sonrasında günümüze kadar aralıksız ve istikrarlı bir biçimde sürmüştür.
Türkiye'de evrenselci-devrimci İslamcı çizginin önde gelen isimlerinden olan Müftüoğlu’nun düşüncelerine dair bir tartışma olarak bu kitabı İslamcılık çalışmaları okuyucularının dikkatine sunuyoruz. Müftüoğlu çizgisi, Türkiye İslamcılığı portresinin önemli bir bileşeni olarak dikkate değer olmaya gelecekte de devam edecektir.
Fikir ve Hareket İncelemeleri dizisi ile İslamcılığın fikri birikimini yansıtan ve hemen hemen her alanda karşımıza çıkan temel isimler, dergiler, meseleler hakkında bir çerçeve ve özgün bir bakışın ortaya konulması amaçlanmaktadır. Dizide yer alacak kitaplar, İslamcılık düşüncesinin farklı alanlarında merak edilen mevzuları kapsamaktadır. Bu çerçevede, meselelerin temel bir zeminde ve giriş düzeyinde anlaşılmasına katkı sağlaması hedeflenmektedir.
Tülay UĞUZMAN Her kesimden insanın az ya da çok bildiği, yeri geldikçe tekrarladığı, bazen savunduğu tezi desteklemek bazen de konuşmayı ya da tartışmayı bitirmek için bir son söz olarak kullandığı atasözleri ve deyimler; başka dil ve kültürlerde olduğu gibi Türk dilinde ve kültüründe de geniş yer tutmaktadır. Ait oldukları toplumun değerlerini, normlarını, o toplumu oluşturan insanların düşünce yapısını, dünyayı algılayışını, yaşam biçimini ve sosyal ilişkilerini yansıtan bu sözlü kültür ürünlerinden, toplumun yeni yetişen kuşaklarının sosyalleştirilmesinde de yararlanılır.
Türk atasözleri ve deyimleri; atalarımızın hayatın çeşitli kesitlerini nasıl algılayıp yorumladıklarını, bu alanlardaki yüzlerce yıllık yaşam deneyimlerinin sonuçlarını ne şekilde özetlediklerini, oluşturdukları bu özetler üzerine inşa ettikleri öğütlerini genç kuşaklarına hangi sözlerle aktardıklarını, son derece güzel anlatımlarla gözler önüne sermektedir.
Bu bilgi ve görüşlerden hareketle planlanan ve Türk atasözleri ile deyimlerine yansıyan Türk halk düşüncesini ortaya koymayı amaçlayan elinizdeki bu kitap; 1970'li yıllardan bu yana, sosyal bilimlerin, sosyoloji, sosyal antropoloji, halkbilim ve iletişim gibi çeşitli alanlarında araştırmalar yapan bir akademisyenin merakı ve bakış açısıyla kaleme alınmış, araştırmaya başlanmasından tamamlanıp yayımlanmasına kadar yirmi yılı aşkın bir zamana ihtiyaç duyulmuş olan bir çalışmadır.
Kitap bütününde; “Kadın-Erkek”, “Evlilik-Ayrılık”, “Zenginlik-Yoksulluk”, “Güzellik-Çirkinlik”, “İyilik-Kötülük”, “Dostluk-Düşmanlık”, “Gençlik-Yaşlılık”, “Sağlık-Hastalık”, “Hayat-Ölüm” konularına ilişkin olarak halk ağzında dolaşan atasözleri ve deyimler, bu konu kümeleri çevresinde sınıflandırılarak ilgili alanlardaki halk düşüncesi, karşıtı ya da bütünleyicisi ile birlikte anlaşılmaya, açıklanmaya ve yorumlanmaya çalışılmaktadır.
Kitabın zevkle okunması, okuyucusu tarafından kendi kültürümüze uygun bir kişisel gelişim kaynağı olarak değerlendirilmesi ve yararlanılması; yazarı için çok büyük bir mutluluk kaynağı olacaktır.
Mustafa Celep Mustafa Celep’in ilk kitabı Ateş Bandosu, Ebabil Yayınları şiir dizisinden çıktı. Modernizm karşısında güçsüz düşmüş insana sahip çıkan bir şiiri var Mustafa Celep’in. Satır aralarından Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel sızıyor. İnsanın emniyet arayışı bağlamındaki ontolojik boyutuyla dikkat çekiyor.
Mustafa Özçelik Mustafa Özçelik’in 10. kitabı Ateş Denizi, Ebabil Şiir’den çıktı. Tasavvufi bir bakış açısının yansıdığı şiirlerde modern insana kendisiyle, doğayla barışık bir hayat teklif edilmektedir. “Bahar, kuşlarla girer odana / Sen dağlara koşarsın / Badem çiçeklerini ilk görmenin sevinci / Kan olup dolaşır damarlarında,” şeklinde sade bir dili önceleyen Özçelik’in kitabında 32 şiir bulunuyo
Bilal Karabulut Prof. Dr. Bilal Karabulut, bu romanında eğer isterse bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini kelimelere dökmektedir. Yüzyıllardır kadının güçsüz bir varlık olarak yaftalanması, ötelenmesi ve ötekileştirilmesi, doğal olan bir tarihsel akış değildir. Toplumsal yapının dayattığı bu ataerkil yanılsama, kadının gerçek potansiyelini ortaya çıkarmasına her zaman engel olmuştur.
İşte bu kitap, kadınların “gerçek potansiyel"ini ortaya çıkarmaları için yol gösterici öğretilerle doludur. Eğer isterse, eğer o motivasyonu yakalarsa, kadınlar, o muhteşem içsel güçleri ile bambaşka bir dünya inşa edebilirler. Fakat kadınların en büyük zaafı, öğretilmiş çaresizlik nedeniyle "korku"dur. Bu kitap, kadınların korku duvarlarını yıkmasını istiyor. “Çünkü cesaretin başladığı yerde esaret biter…”
Mehmet Aycı Bağ (Şiir)
Mehmet Aycı
Leyla Arsal Sezgi ile ışık birbirini açığa çıkaran bir eşgüdümlülüktedir. Birbirini tetikleyen, güdüleyen, varlık durumuna bir diğerinin dirimselliği sayesinde erişilen bir bağımlılık hali. Biri işlevsiz, hareketsiz bir konumda stabil kalsa diğeri kuşkuya mahal bırakmayacak bir gerçeklikle karanlığa hapsolacak. Öylesine bir tutkuyla birbirinde varlığı açık eden bir aydınlanma devinimi onların arasındaki ilişki. Peki, zihnin bütün yüzey ve kıvrımlarını doyumsuz bir nişangâh gibi âdeta tetikte bekleten ve her atışla ışığın bambaşka frekanslarını yakalatan bu ışıma hâdisesinin sezgisel alana yaşattığı duygu tam olarak nedir? Hayret mi, şaşkınlık mı yahut nüfuz etmek, bütünleşmek mi ışıkla? Işığın genetiğine bürünerek ondan rol çalmak mı yoksa? Böyle böyle ışığa dönüşmek belki: Varlığın her zerresinde deneyimlenen tek olgu ışığın ta kendisi! Türk şiirine, şiirimizin poetik zeminindeki ışığa odaklanan Bakışın Serüveni böyle ilerliyor: Işığın kendi etrafındaki döngüsel deviniminden hareketle tekrar tekrar şiirin ışığına döndürülerek.
Merve Yaylacık Baktığın Suya (Şiir)
Ali K. Metin Ben hem acemi, hem başka..... Gide gide izlerimizden..... Ölmeden önce ölmeye geldim..... Affımıza geldim, sevgiliye geldim..... Sonunda yaramıza..... Kara siren olmaya geldim...
Rıdvan Tunçel Tarihin derinliklerinden günümüze insan davranışlarının evrimi boyunca herhangi bir değişim oluşmuş mudur? Yoksa her devirde, aramızda görmeye alışageldiğimiz; yalancılar, sahtekârlar, dolandırıcılar, riyakârlar, ikiyüzlüler, fırsatçılar hep olagelmiş midir? Ya da neden yaşadığının, hayatın değerinin ne olduğunun, bir amacın peşinden koşmanın erdemini kavrayamayanların hep aramızda dolaşması sizce rahatsız edici değil midir?
Memur, işçi, esnaf ve her kesimden insanların yaşamlarının bir noktasında yoldan çıkıp aykırı mecralarda yollarına devam etmeleri, insanlığın çok olağan bir davranış biçimi midir? Önce “ben” anlayışını benimseyenler; ailelerine, akrabalarına, dostlarına ve topluma verdikleri zararı, yarattıkları travmaları, korkuyu, hüsranı, yılgınlığı, huzursuzluğu neden göremezler?
Bu kitapta, yaşamları öykülendirilen bazı insanların, neden “Başıboş Gezinenler” diye anıldıklarını, onların yaşamlarını boş ve beyaz bir kanvas üzerine resmedilmiş imgeler olarak görüp izlemeniz ve yaşamanız dileğiyle…
Nurullah Çetin Arif Nihat Asya, Türk edebiyatının zirve isimlerinden biridir. O sadece bir şair değil, aynı zamanda sahih, yerli, millî ve İslâmi değerlere bağlı Türk-İslam düşünce ve edebiyatına çok büyük katkıları olan bir sanat, edebiyat, düşünce ve siyaset adamıdır. Arif Nihat Asya, en çok “Bayrak” şiiriyle tanınmaktadır. Türk bayrağı için en güzel şiiri o yazmıştır. Bu şiir, milyonlarca insanımızın dilinde âdeta marş hâline gelmiştir. Türk milletinin milliyetçi düşünce doğrultusunda şuurlanmasında onun şiirlerinin çok büyük katkısı vardır. Arif Nihat Asya düşünceleri, edebiyatı, soylu duruşu ile Türk gençliğinin çok iyi tanıması, çok iyi okuması gereken bir şahsiyettir. Bu eserde o hayatıyla, sanatıyla, eserleriyle, düşünceleriyle bir bütün olarak tanıtılmıştır.
Hasan Çelikkaya Kıymetli Okuyucum;
Kitabımızın ön sözünde de vurguladığım gibi, bu hacmi küçük ama anlamı büyük olduğuna inandığım kitabımı hazırlamadaki temel faktörün “vefa duygusu” olduğunu rahat söyleyebilirim. Vefa duygusunun yerine getirilmesi elbette değişik şekillerde olabilir. Ben; kalıcı ve başkalarına, gelecek nesillere de örnek olması düşüncesiyle bu vefa duygularımı kitap hâline (yazılı hâle) getirmeyi tercih ettim. Bende bırakılan bu izler; yalnız hocalarımızdan ve yöneticilerimizden değil öğrencilerimizden de, veya sohbet esnasında başka birileri tarafından da gerçekleşebilmektedir. Biz de kitapçığımızın planını oluştururken bunu dikkate aldık ve “Hocalarımızdan, Yöneticilerimizden, Öğrencilerimizden ve diğerlerinden” şeklinde bölümledik. Yaşanmış olayların etkisinin büyüklüğü asla inkâr edilemez. Ben derslerimde de buna ağırlık vermiş ve faydasını görmüşümdür. Okuyucularımda da bu memnuniyetin gerçekleşeceği ümidini taşımaktayım.
Ayrıca emekli olduktan sonra turlar vasıtasıyla bazı yurtdışı seyahatlere katıldık eşimle beraber. Vardığımız sonuç, Türkiyemizin, söylendiği gibi, gerçekten cennet vatan olduğunu pekiştirmek oldu. Bunun da okuyucularıma aktarılmasında fayda gördüm ve kitabıma “İzlenimler” ismiyle bir bölüm daha ekledim.
Emeğimizin faydalı olacağını umuyor, sağlık ve âfiyetler diliyorum.
Duygu Özakın Beden politikaları terimi, iktidarların bedenler üzerinde tahakküm kurmak yoluyla kitlelerin fiziksel gücünden faydalanmaya ve onları benimsedikleri ideolojiler doğrultusunda dönüştürerek itaatkâr kılmaya yönelik uygulamalarını ifade eder. Bedeni hâkimiyeti altına almak isteyen iktidar, her durumda siyasal iktidar başka bir deyişle devlet otoritesi olmayabilir. Toplulukları etkileme ve yönetme gücüne sahip aile kurumundan inanç sistemlerine dek siyasal olmayan iktidar biçimleri de beden politikalarının öznesi konumundadır.
Bedenin politik işlevselliği üzerine dikkatleri edebî metinler üzerinden inceleyen bu kitap, 20. yüzyıl Rus ve Türk edebiyatlarında beden temsillerine odaklanıyor. Fransız düşünür Michel Foucault ve Rus kuramcı Mihail Bahtin'in beden teorilerinden yola çıkan kitap, modernitenin makbul yurttaşlar yaratma idealinin ardında yatan ayrıştırıcı söylemleri seçilmiş metinler doğrultusunda gün yüzüne çıkarıyor; bedenin siyasal temsillerini yabancılaşma, ötekileşme, bedensel eksiklik, hegemonik erkeklik, yeni insan, androjini, öjeni, makine beden, makine insan, cadı avı, grotesk, ucube, hilkat garibesi, soytarı, çingene, zenne, distopya, panoptikon, gözetim gibi kavramlar, damgalar, toplumsal cinsiyet rolleri ve ideolojik pratikler çerçevesinde sosyolojik boyutlarıyla çözümlüyor.
Yüksel Yıldırım Her iki motorun birbiriyle yarış ettiği anlaşılıyordu. Çünkü salların üzerindeki genç kızla delikanlı birbirlerine elleriyle işaret ediyorlar, sanki tehlikesiz bir eğlence ile meşgul olmuş gibi neşeli ve pervazsız görünüyorlardı…
- Bedia hakikaten cesur ve cesareti kadar da becerikli! Bak motor bu süratle bir dönüş yaptı, kızın düşmedi ve kendisini çok güzel tuttu. Halbuki diğer motordaki delikanlı denize yuvarlandı. Nevzat, kızın çok güzel, çok cazibeli. Onu senden isteyeceğim.
İsmi Nevzat olan ve kırk yaşlarında görünen erkek, arkadaşının bu sözünden birdenbire bir şey anlayamadı, hayretle sordu:
- İsteyecek misin? Neyi isteyeceksin?
- Kızın Bedia'yı!
- Nasıl isteyeceksin?
- Canım bir kız babasından nasıl istenir? Kendime zevce yapmak istiyorum.
- Sen çıldırdın mı?
- Katiyen çıldırmadım. Eğer sen razı olmazsan ben bizzat Bedia'ya bu teklifimi söyleyeceğim.
- Amma yaptın ha!.. Hiç ona böyle bir teklifte bulunulur mu? Bedia sert kızdır, sana aksi cevap verir.
- Bundan emin misin?
- Suat, şakayı bırak. Ben böyle şakalardan hoşlanmam. Sen de benim yaşımda bir adamsın.
Enes Talha Tüfekçi Ben Orda Yoktum (Şiir)
Enes Talha Tüfekçi
Hüseyin Akın Yazdığım anların tespitini yapabilmem için yazmadığım süreçleri hatırlamam gerekiyor. İlkokul, ortaokul, lise ve fakülte yıllarımdan hafızamda kalan şeyler yaşadıklarımdan çok okuyup yazdıklarım oldu. Hep içerden dışarıya doğru süzülen bir hayattı benimkisi. Arsızlık yapıp hayattan bir şeyler isteyecek cesarete sahip olmadığımdan sürekli hayata bir şeyler vermeye çalıştım. Kitaplarda göz ucuyla süzdüğüm dünya ile kâğıt üzerine kurgulayıp düşlediğim dünyanın dışında hayatla çok sıkı bir ilişkim olmadı. Yaşadıklarımla yazdıklarımı örmedim, yazdıklarımla bir yaşam dokudum kendime. Şiire ve hikâyeye aynı anda başladım. Ama büyük sözü dinleyip daha sonra hikâyeyi kendine yeni hayatlar edinsin diye uzak diyarlara gönderdim. Hikâyeye konu olacak müstesna yaşamlara belli mesafeden imrenerek baktım. Onları şiirime çağırdığımda bazen geldiler, bazen gelmediler.
Levent Bayraktar Henri Bergson, 20. Asırda Felsefe Tarihini kökten etkilemiş büyük bir filozoftur. Felsefeye yeni kavramlar, problemler ve problematikler kazandırmıştır. Elinizdeki bu kitap, bir yandan Bergson felsefesi ile yeni tanışan okuyucular için bir giriş ve başlangıç işlevi görmekte, bir yandan da ileri okumalara ve temel problematiklere doğru yönlendirmektedir. Filozofu ilkin, hayatı eserleri ve felsefesi bağlamında irdeleyen eser, daha sonra onu hem kendi çağı, hem de felsefe tarihi içerisindeki yeri itibariyle de kavramak isteyen okuyuculara rehberlik etmektedir. Bu yönüyle telif ve tercüme olmak üzere Türkçe literatürde sınırlı sayıda olan Bergson incelemeleri arasındaki yerini almaktadır.
Bergson isimli bu kitap, yazarının konu ile ilgili, yirmi yılı aşkın çalışmalarının bir neticesidir. Daha önce “Bergson'da Ruh-Beden İlişkisi”, “Bergson'dan Mustafa Şekib'e Gülme” eserlerinden tanıdığımız yazar; Türkçe'de Bergson hakkında kaleme alınmış ilk kitap olan Suphi Ethem'in “Bergson ve Felsefesi” adlı eserini de neşretmiş bulunmaktadır. Ayrıca Türkçe Felsefe Ansiklopedileri ve kolektif bazı Filozoflar Antolojilerinde de Bergson maddelerini kaleme almıştır.
Levent Bayraktar - Zeynep Tek Elinizdeki kitap, Mustafa Şekip Tunç'un 1921'de Henri Bergson'dan adapte etmek suretiyle tercüme ettiği Gülmek Nedir? Kime Gülüyoruz? adlı eseri merkeze alarak, bir dönem tahlili niteliğinde hazırlanmıştır. Eserin Latinize edilmiş hâli de bu çalışma ile yaklaşık yüz yıl aradan sonra ilk defa okuyucu ile buluşmaktadır. Mustafa Şekip'in konuyla ilgili olarak yazmış olduğu makaleler dizisinin de yer aldığı bu çalışmada; Mehmet Emin Erişirgil ve Abdülhak Şinasi Hisar'ın eser tanıtımları da bulunmaktadır. Ayrıca; Bergson felsefesini, Bergson'un felsefe tarihindeki yerini, Türk düşüncesine etkisini, Türkiye'deki Bergsoncu denebilecek düşünürleri ve genel hatlarıyla Cumhuriyet Dönemi Türk düşüncesini, Gülme adlı eserin Bergson felsefesi içindeki yerini irdeleyen bir mülakat ile Mustafa Şekip Tunç'un düşüncesini tanıtan bir bölüm de yer almaktadır.
***
Filozof ve ruhiyatçılar arasında gülme vadisinde bilhassa komik şeylerden gelen gülme meselesini aydınlatmak alanında Bergson'un aldığı vaziyet, onun orijinal olan dünya görüşünden bir parça, bu görüşle hemahenk olan bir nazariyedir.
Mustafa Şekip Tunç
***
Hande ve komikliğin bu güzel izah ve tefsiri, doğrudan doğruya mihanikiyette, cümle-i hayatiyenin, hayatın ve zekânın tersini ve aksini gören Bergson felsefesinin tatbikatından neşet ediyor ve bu nazariyenin psikolojik ve edebî neticelerinin harikulade müsmir olduğunda şüphe yoktur.
Abdülhak Şinasi Hisar
***
Böyle kıymetli bir esere elbette muhtaç idik. Şekip Beyefendi'nin meşkûr mesaisi bu ihtiyacımızı tatmin ediyor. Muharrir,Bergson'un eserini sadece telhis etmekle iktifa eylemiyor; “gülme” hakkında muhtelif fikirleri de nakletmek suretiyle bir “medhal” vücuda getiriyor. Eser, kim güler, kim gülünç olur, ne şartlarla gülebiliyoruz bu cihetleri tetkik eyliyor. Bu bahislerde yalnız gülmenin değil, umumiyetle ihtisaslarımızın mühim kanunlarına da temas ediyor. En nihayet Bergson'un sanat hakkındaki nazariyesine muttali oluyoruz.
Mehmet Emin Erişirgil
Mustafa Melih Erdoğan
Yüksel Özdemir Bir Dem Hayat'ta, dert ve sıkıntılara her gün bir yenisinin eklendiği Anadolu'nun bağrında büyüyen bir çocuğun hayat mücadelesi ve bu zorlukları aşarken yaşadıkları kaleme alınmıştır. Anadolu -ki her kapının ardında ayrı ayrı hikâyeler yaşanır- havası hüzün üfler, suyu ağıt çağlar, toprağı ölüm kokar… Gölgeler bile yoksuldur burada, ince bedenleri yine eski, ince kumaşlar örter. Fukaralığın, cehaletin, çaresizliğin, umutsuzluğun içinde yoğrulmuş hayat çok zordur burada, öyle ki doğduğu an başlar insanın yaşam savaşı…
Çocuklarını okutmak için mücadele eden anne ve babanın fedakârlıkları, karşılaşılan zorlukların birer birer aşılması, haksızlıklara çalışkanlığı ve emeği ile cevap vererek olgunlaşan bir karakterin anlatısı…
Eserdeki her kelime, her cümle ve her hikâye hayatın hakikatlerini aktarmakta, yazarın kişisel dünyasının süzgecinden geçerek sizlerle buluşmaktadır. Her kelimesi titizlikle seçilen eserde, damla damla süzülen duygular özgün bir anlatımla sayfalara nakşedilirken okurlara zorlu yaşam koşullarında sığınacakları ufak bir liman niteliğinde anılar sunulmaktadır.
Unutmayın!
Anılar uykuya dalarken hayat küllerinden yeniden doğacak,
Haksızlık eden haksızlığa uğrayacak,
Yarı yolda bırakan yarı yolda bırakılacak,
Yılmadan çalışan muhakkak başaracaktır.
İnsanların kaderini ancak onların hayatına dokunabilen insanlar tayin eder. Bilgelerin olmadığı coğrafyalar, erdem güneşinin aydınlatamadığı çorak topraklardır.
Enis Akın Reklamcılığın, tüccarlığın alıp başını gittiği, iletişimin her şeyi kusursuzlaştırmaya yeltendiği bir dünyada kekemelik bir erdemdir. Dil sürçmeleri insanın en kişisel imzalarıdır. Hata yapan insanın durumu mükemmeliyetçiliğin gözlerinin içine fırlatılan sırıtkan bir bakış olarak beşeridir. Dil sürçmeleri, yanlış yerde kullanılan kelimeler, konuşurken yapılan hatalar susturmaya çalıştığımız bir benliğin sesi olarak üzerinde ilgiyle durmaya değer. Kusursuzlaştırma kompleksinin yok saydığı iç benliklerimizin tek dilidir o küçük yanlışlıklar.
Kekeme şiir yazarları deneycidirler. İstekleri salt biçim olarak yeni bir şeyler yapmış olmak için deney yapmak değil, şiiri salt tekniğin ötesinde, hayatın ifade edilmemiş alanlarına yaymak ve hayatı önerdikleri yeni dilin olanaklarıyla bir daha göstermektir. Türk şiirinde bunun örnekleri çoktur.
Mehmet Emin Erişirgil Mehmet Emen Erişirgil’in Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp isimli eseri, objektif ilmî değerlendirmelerin yanı sıra Erişirgil’in kişisel gözlemlerini de yansıtan önemli kitaplarından biridir. Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ve Prof. Dr. Cem Alpar’ın yayına hazırladığı bu eser Ziya Gökalp’e ilişkin ön önemli kitaplardan biridir: “Dilde yeni cereyan açmak kâfi değildi. Her alanda “yeni bir hayat” lazımdı. Sultan Hamit zamanında ve meşrutiyetin ilk yıllarında (yeni hayat) sözünün sihirli bir manası vardı. Aydınların gözünde bu söz, başlı başına bir ufuk açardı. Sultan Hamit devrinin bilgili geçinen gençlerine göre Yeni Hayat, Türkiye dışında yaşamaktan ibarettir. Çünkü Türkiye’de yeni bir hayat doğamazdı; ve bunu ümit etmek de boşunaydı. Fakat onların beklemedikleri ve ummadıkları bir zamanda Meşrutiyet ilan edilince bu defa Yeni Hayat’ın doğduğunu sandılar. Fakat bu ümit çok sürmedi. Yıllarca susturulan basın, serbest oluverince eli kalem tutanlar çıldırmışa döndüler, Meşrutiyet ilan edildiği zaman, “Cemiyet-i Mukaddese “ye nasıl minnet ve şükranlarını arz edeceklerini bilemeyen İstanbul basını, daha iki ay geçmeden İttihat ve Terakki’nin “rical-i gaybma” sövüp saymaya başladılar. Müslüman olmayan azınlıklar da ortalığın karışıklığından faydalanarak milli emellerinin gerçekleşmesi için çalıştıkları her hareketlerinden belliydi. İşin garibi şuydu ki, Sultan Hamit’in şu veya bu sebeple sürdüğü insanların bir kısmı umdukları işlere geçirilemeyince “Mağdurin-i Siyasiye” (yani, Siyasal Haksızlığa Uğrayanlar) diye bir cemiyet kurdular. Kendilerini sürgünden kurtaran Cemiyetin ileri gelenlerine atıp tutmakta elebaşlığı yapmakla övünüyorlardı.”
Mehmet KARAGÜL Hayatımızın tamamının kaç nefesten oluştuğunu bilemiyoruz ama her yaşadığımız an, bir nefesten oluşuyor. Dolayısıyla her daim o bir nefeslik hayatın hakkını vermekle mükellefiz.
O bir nefesle, hayatına bir ömür sığdırmaya çabalayan insan kimdir ve nedir? Hayatımıza anlam kazandıran fikir ve eylemler nelerdir? Sevmek ve sevilmek neyin karşılığıdır? Bireyin kendisi ve çevresi adına üstlenmesi gereken sorumluluklar var mıdır, varsa nelerdir…?
Hayatımızın amacı, başarmak, kazanmak ve tüketmekten ibaret midir? Yoksa hayatımızın bir köşesinde; doğruluk, dürüstlük, vefakârlık, güvenilirlik, diğerkâmlık, sadakat ve hakperest olma gibi davranış kalıplarını bulundurmak sorumluluğumuz yok mudur?
Bu kitap; güvenen ve güvenilen, tüketimin yokluğa, üretimin ise var oluşa vardığının şuurunda olan; büyüklüğü ve zenginliği isteyip alarak değil, vererek yaşayan, geçmişin günahları ile kirlenen bugünün değil; ulvi, tertemiz hayallerin ürünü olacak olan geleceğin hesabını yapan, bedeninin hazzı yerine, ruhunun huzurunu arayan, sorumluluk sahibi yeni bir neslin inşası için kaleme alınmıştır.