Osmanlı Tarihi \ 1-1
Abdullah Çakmak Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs şehri, M.Ö. 4000'li yıllara kadar uzanan kadim bir tarihe sahiptir. Bu dinlere mensup devletlerin Kudüs'teki farklı dönemlere ait hâkimiyetleri, şehirde üç dine ait kutsal mekânların oluşmasına zemin hazırlamıştır.
1517'de Osmanlı hâkimiyetine giren Kudüs'te devlet tarafından gerçekleştirilen çeşitli imar faaliyetleri şehrin yaşam kalitesini yükseltmiştir. 1917'ye kadar süren bu hâkimiyet süreci içerisinde Kudüs için kırılma noktalarından biri Fransızların 1798 Mısır işgaliyle başlayan ve 1841'de Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanının sonlandırılmasına dek devam eden süreçtir. Vehhabi ve Yunan isyanları gibi devletin farklı bölgelerindeki sıkıntıların bu zaman diliminde ortaya çıkması, farklı milletleri bir arada barındırmasından dolayı Kudüs’ün bu olaylardan, dolaylı yoldan etkilenmesine sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin 1798-1841 yılları arasında Kudüs'te uyguladığı siyaseti konu edinen bu çalışmada; yaşanan siyasi olaylar ve idari değişiklikler, devletin Müslümanlara yaklaşımında öne çıkan faaliyetler, devletin gayrimüslimlere tanıdığı haklar ve halkın devletle olan irtibat yolları incelenmiştir.
Tamara Talbot Rice Türkiye'de de Mehmet Fuat Köprülü ve öğrencileri DTCF'de 1940'lı yıllarda başlattıkları lisansüstü çalışmalarıyla Anadolu'daki Türk varlığı ve Selçuklu tarihi üzerine ciddi yayınlar yapmışlardır. Türk tarih tezini ilk olarak Selçuklu tarihi üzerinden savunmuşlardır. Onlara göre Türk tarihçiliğinin anahtarı Selçuklulardır. Bu yönden başlangıçtan günümüze kadarki büyük süreci Selçukluları bir mihenk taşı olarak görmek gerektiğini savundular ve başarılı da oldular. Osman Turan, Mehmet Altay Köymen gibi tarihçiler uluslararası düzeyde kabul edilen bir başarı yakaladılar. Bu pencereden bakıldığında Tamara Talbot Rice'ın bu eseri, Selçuklu tarihine yönelik yeni bir ivme noktasıdır. Eser Batı tarihçiliği geleneği ve metodolojisi çerçevesinde iyi bir hazırlık neticesinde ve konuya hâkim bir noktadan hazırlanmıştır. Öncelikle Selçukluların kim olduğu, nereden geldikleri, tarihsel süreçleri, Anadolu'da niçin bulundukları ve mücadeleleri nesnel bir gözle ele alınıp değerlendirilmiştir. Bunların dışında Talbot Rice, birçok Batılı araştırmacıda görülen temel ön yargılardan uzak, komplekssiz bir biçimde Selçukluları bir uygarlık projesi olarak ele almıştır. Bu uygarlığı oluşturan parçaları sanat, edebiyat günlük hayat, kurumsal hayat, mimari, endüstri ve eğitim anlayışını dönemine göre oldukça ileri bir teknik ve yaklaşım ile değerlendirmiş ve bana göre müthiş bir başarı yakalamıştır. Bu açıdan baktığımızda eser gerçekten okumaya değerdir.
Hadi Belge Mora İsyanı, başlangıçta Rumların devlet kademelerinden hızla tasfiye edilmelerine neden olsa da Osmanlı idaresindeki Rum varlığını tamamen sonlandırmamıştır. Zira zaman içinde lisan becerilerine ve diplomasideki deneyimlerine ihtiyaç duyulan bazı güvenilir Rum ailelerin devlet hizmetine geri dönüşlerine imkân sağlayan uygun koşullar oluşmuştur. Aralarında Aristarkilerin de bulunduğu ve çok sınırlı sayıda Rum ailesinin kendileri için aralanan kapıdan girme fırsatı bulduğu bu çok özel dönem, araştırmacılar tarafından Yeni Fener Dönemi (Neo phanariot) olarak adlandırılmıştır. Böylece Fenerliler yalnızca kariyerleri ya da aileleri için yeni bir fırsat yakalamakla kalmamışlar, aynı zamanda Rum toplumuna önderlik etmeleri için de ikinci bir şans elde etmişlerdir. Yeni Fenerliler, isyan nedeniyle Rumların sabıkalı bir millet olarak algılandığı bir devirde sorumluluk üstlenecekler ve Osmanlı bürokrasisinde yeniden kökleşmeyi deneyeceklerdir. Diğer taraftan uluslaşma ve modernleşme çağında ideolojik kurguları, ulusal benlikleri ve Osmanlılık kimlikleri arasında çelişen duygular ve çetin açmazlar içeren birçok durumla yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Yeni Fener döneminin en öne çıkan ailelerinden biri olan Aristarkiler; valileri, elçileri, tercümanları, logofetleri, imparatorluğun kaderinin tayin edildiği kurul ve komisyonlarda ve Ayan Meclisi'nde görev yapmış üyeleri ile üç kuşak boyunca Osmanlı bürokrasisine hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla Aristarkiler üzerinde yapılan inceleme, ailenin tarihini ortaya çıkarmanın yanında, imparatorluk bürokrasisinin girift ilişkilerle dolu son asrının gerçekten bütün yönleriyle aydınlatılması için de bir değer taşımaktadır.
Hakan Yıldız “…Askerlerimiz, helalleşmeye ve vedalaşmaya başladılar. Bir yandan da ağlayarak birbirlerine, 'Ey birader, birbirimizin ölüsünü kâfirde bırakmayalım. Sağ kalanlarımız, ailelerimize selam götürsün ve oğullarımızın gözlerinden öpsün!' diyorlardı. Yalnız kaldıklarında ise 'Ah Rabbim, sabah ne zaman olur?' diye sabırsızca söyleniyorlardı…”
“…Ardı ardına dolduran 400 top aynı anda ateşlendikçe kâfir ordusu sarsılıyor, akabinde yine aynı anda patlayan 90.000 tüfek ateşler saçıyordu. Bu gülle ve mermiler, kâfirin toplarını ve tüfeklerini ateş edemez hâle getirmişti. Dahası kâfirlerin yiyecek hiçbir şeyleri yoktu. Komutanları, sadece kuşatıldıkları küçük alanda bulunan bir miktar söğüt ağacının kabuklarını soydurarak askerlerine kumanya olarak veriyorlardı. Bu sebeple kuvvetten düşerek ölmeye başlamışlardı. Bir kısmı da dizanteriden kırılıyordu. Ölülerinin bir kısmını toprağa gömüyor, diğer kısmını ise siperlerinin önüne yığıyorlardı. Bunu gören gazilerimiz, 'Bu Rabbimin lütfundandır.' diyerek Yüce Allah'a şükrediyorlardı...”
“…Han, birçok şey söyledikten sonra veziriazamı şöyle ikaz etti: 'Ey paşa oğlum! Bu hususta acele etmeyin. Her kararınızı, danışarak ve şeriata uygunluğunu gözeterek verin. Bu işler büyük işlerdir. Bütün sorumluluğu üzerinize almayın, sonra zahmet çekersiniz. Zira bu kâfir çok dönek ve güvenilmez bir kâfirdir. Ben hilesini çok gördüm. Babamın döneminde de çok hilesi görülmüştür. Aman dikkatli ve uyanık olun!'…”
“…Eşyaları gelen rehinler ise veziriazam hazretlerinin türlü türlü iyiliklerinden ve cömertliklerinden hemen yüz bulmuştu. Özellikle veziriazamın kethüdası olan Osman Ağa ile Divan Efendisi Ömer Efendi gibi yeni yetişmiş nazlı çelebiler, huzurda konuşan elçiyi bir anda etkileri altına almış ve ikramlarda bulunmaya başlamışlardı…”
“…Osman Kethüda ve Ömer Efendi, bu istekleri kabul ederek veziriazama söylediler. Mehmed Paşa da uygun gördü ve bu istikamette ferman buyurdu. Hâlbuki elçilerle müzakerelerde kahrolası çara hiç izin çıkmamıştı! Devlet ricali, dönen gizli kapaklı işlerden hayretler içinde kaldı…”
Hakan Yıldız 1711 Prut Seferi hakkında bir yeniçerinin tuttuğu bu günlük sayesinde belki de dönemin tarihçilerinin yazdığından fazlasını bilme imkânına sahibiz.
Yeniçeri Kâtibi Hasan, elli beş yıllık bir yeniçeri olarak son seferine çıkarken sadece işi gereği değil, tarihe kişisel bir tanıklık bırakmak için de kâğıda kaleme sarılmıştı.
Savaşın ilanından başlayıp dönemin etraflı bir uluslararası siyasal değerlendirmesini de yaparak seferi pek çok ayrıntısıyla kayda geçirmişti: Sefer yürüyüşü, muharebe alanına varış, konaklama, muharebeler, serdengeçtilerin akınları, firari askerler, düşman kovalamalar ve barışın imzalanması...
Savaş sonrasında ihmali görülenlerin nasıl cezalandırıldığını ve Rusya ile süren diplomasi trafiğini de anlatan Kâtip Hasan sözlerini şöyle bitirir: “Bu günlüğü okuyan ilim irfan sahibi kardeşlerimizden; beni hayır dua ile yâd etmelerini, sözlerimdeki eksiklikleri tamamlayıp hatalarımı düzeltmelerini ve kusurlarımı örtmelerini niyaz ederim”.
Yeniçeri Kâtibi Hasan, bir yeniçeri babanın oğlu olarak doğar ve babasının izinden gider. 1656-57'de yeniçeri olur; 1672'de Kamaniçe, 1674'te Umman Seferlerine katıldıktan sonra kâtipliğe terfi eder. 1682'de Girit'e tayin edilir ve on iki yıl boyunca adanın farklı şehirlerinde görev yapar. 1694-97'de Midilli'de, 1697-1704'te Eğriboz'da görevini ifa ettikten sonra 1704'te İstanbul'daki ocak kâtipliğine terfi eder. İleri yaşına rağmen 1711'de Prut Seferi'ne katılır ve bu kitabı oluşturan sefer anılarını kaleme alır.
Hasan Yenidoğan Dünya tarihinde büyük bir öneme sahip olan Türklerin en büyük özelliklerinden biri, savaşçı olmalarıdır. Orta Çağ'ın meşhur tarihçilerinden biri olan Cûzcânî, XI. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Büyük Selçukluların; Oğuz boyları içerisinde yiğitlik, savaşçılık, okçuluk ve kılıç kullanmada tüm Türkistân devletlerinin ordularından daha üstün olduğunu ifade etmektedir. Selçukluların, İran'da bir devlet hâline geldikten (431/1040) kısa bir süre sonra Bizans sınırından Çin'e, Aral Gölü'nden Hint Denizi'ne, Kafkaslar'dan Mısır'a kadar genişlemeleri muhakkak cesur savaşçılara sahip olmalarının bir sonucudur.
Selçukluların böylesine büyük bir coğrafyayı hâkimiyet altına almasının arkasında yatan nedenlerden bir diğeri de şüphesiz her aşaması titizlikle hesap edilmiş bir sefer organizasyonuna sahip olmalarıdır. Bu çalışmada, Büyük Selçuklu Devleti'nin sefere karar verdiği andan askerlerin memleketlerine döndüğü ana kadar geçen sürecin nasıl gerçekleştiği; çeşitli dillerde yazılmış ana kaynaklar, arkeolojik buluntular ve modern araştırmalar ışığında okuyuculara sunulmuştur.
Mustafa Beyazıt, Şuayip Çelemoğlu, Alper Atıcı XII. yüzyıldan itibaren Denizli bölgesine yerleşen Türk boylarının izlerini, bugünlere bıraktıkları eserlerle takip etmek mümkündür. Bu izlerin önemli bir ögesi olan mezar taşları, bulundukları topraklar üzerinde yaşayan toplulukların geçmişleriyle bağlantı kurmalarını sağlayan birer tarihî vesikalardır. Mezar taşları, toplumların yaşadıkları ekonomik ve siyasi olayların getirdiği kültürel değişimin izlerini belli bir dönem sonra birebir yansıtmaktadırlar. Mezar taşlarının kaybolması endişesiyle 2015 yılında başladığımız Kale Yukarı Mezarlık çalışmaları neticesinde ortaya çıkan ve yakın zamandan geriye doğru giden kitap dizisinin ilki olan Denizli Kale Yukarı Mezarlık'ta OsmanlI Geleneğini Devam Ettiren Cumhuriyet Dönemi Mezar Taşları adlı bu kitapta, söz konusu kültürel değişimin izlerini mezar taşlarının şekil ve yazılarında bulmak mümkündür. Bu yönüyle kitap, öncü niteliğinde olup sonraki çalışmalara kaynaklık edecektir. Aynı zamanda Kale halkının derin köklerine yönelik köprüler kurması ve Kalelilerin yakın geçmişi ile bağlarını daha da güçlendirmesi temennisiyle...
Murat Özden Uluç Yakın Türk tarihimiz, katıldığı savaşlarda verdiği mücadelelerle vatan uğruna canını feda eden adı, sanı unutulmuş birçok kahramanla doludur. Yüzbaşı İsmail Naci, Mustafa Kemal'in doğduğu topraklarda dünyaya gelmiş, onunla aynı dönemlerde Manastır Askerî İdadisi ve İstanbul Mekteb-i Harbiyey-i Şahane'sinden mezun olmuş, 1904'te Selanik'te başlayan askerlik yaşamının Sakarya Meydan Muharebesi'ndeki şehadetiyle sonuçlanmasına kadar geçen süreçte birçok kahramanlığa imza atmış bir Türk subayıdır.
İsmail Naci; Selanik, Manastır ve Serez'de Jandarma Kumandanlığı görevleri sırasında Sırp, Bulgar ve Yunan çeteleriyle savaşmış, Kafkas Cephesi'nde Rus Ordusu ve Ermeni çetecilere karşı verdiği mücadeleler sonrası Mustafa Kemal Paşa'nın Diyarbakır'daki yaklaşık iki yıllık görev süresi boyunca onun yanında olmuş ve Silvan Jandarma Bölük Komutanı olarak görev yapmıştır. İsmail Naci, askerlik yaşamı boyunca ikisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla olmak üzere Osmanlı Devleti Padişahları tarafından birçok madalya ve nişan ile ödüllendirilmiştir. 1919 yılında Vezirköprü-Havza civarı Jandarma Karakol Kumandanı iken Millî Mücadale'ye katılmış, Merkez Ordusunda Rum Pontus çetelerine karşı mücadele etmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle cepheye çağrılan ve gelişleri teşekkür telgrafıyla kutlanan Bağımsız 48. Alayda Bölük Kumandanı olarak görev yaparken Sakarya Meydan Muharebesi Beştepeler-Beylikköprü Savunma Hattı'nda 25 Ağustos 1921 tarihinde şehit olmuştur. Aldığı son madalya olan Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası'nda da yine Mustafa Kemal Paşa'nın imzası vardır.
Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda her zaman en ön cephede olan İsmail Naci'ye silah arkadaşları tarafından, o kadar mücadeleye girip de mermi sağanağının altında mermi değmemesi, değse de bir an olsun yere yıkılmamasından dolayı bir lakap takılmıştı: "Efsunlu Yüzbaşı".
Fatma Uygur Osmanlı topraklarına önce seyyah sonra Fransız büyükelçisi olarak (1855-1860) gelen Edouard Antoine Thouvenel, Islahat Fermanı'nın hazırlanma sürecine Fransız tezinin fikir babası olarak katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra diğer diplomatlarla birlikte faaliyetlere bizzat iştirak ederek bir bakıma Fransa'nın Osmanlı nezdindeki nüfuzunu kayıt altına alan bir misyonu yerine getirmiştir. Gerçekten de İstanbul, devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla Batılı devletlerin ittifak ya da çatışmalarının merkezindeydi. Bu dönemde İstanbul'da Fransa, İngiltere ve Rusya'nın en tecrübeli, en donanımlı, en kurnaz diplomatları görev yapmış ve aralarında kıyasıya bir mücadele yaşanmıştır. Birbirinden farklı yöntemlerle diplomasi yürüten İngiliz elçi Lord Stratford ve Rus elçi General İgnatyef ile ters düşse de Thouvenel, müzakereleri Fransa adına başarılı bir şekilde yürütmüştür.
Thouvenel, Bâb-ı Âli ve Abdülmecid ile sürekli temas hâlinde olmuştur. Fransa'dan aldığı talimatlar doğrultusunda baskıcı bir tutum izleyerek Reşid Paşa'yı azlettirmiş ve Fransa yanlısı Âli Paşa ve Fuad Paşa'yı bazen sadarete bazen de Dışişleri Bakanlığı'na getirtmiştir. Eflak-Boğdan meselesindeki hayatî önemi haiz Divan-ı mahsus seçimlerinde de yürüttüğü etkin diplomasiyle Fransa'nın tezlerini gerçekleştirmiştir. Ülkesi için Doğu'da prestij sağlayacak, ciddi mühendislik gerektiren ve İngilizleri kızdıran Kızıldeniz ile Akdeniz'i birbirine bağlayacak olan, Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps başkanlığındaki Süveyş Kanalı projesinin diplomasi ayağında yine Thouvenel vardır. Ayrıca, daha önce hiçbir Osmanlı sultanının kabul etmediği Légion d'honneur nişanı Abdülmecid'e Çırağan'da görkemli bir törenle Thouvenel tarafından verilmiş ve Sultan ilk kez Fransız Büyükelçiliği'nde bir baloya katılmıştır.
Beş yıl boyunca İstanbul'da, rakibi Stratford kadar gürültü çıkarmadan icraatlarını sessizce sürdüren Thouvenel, III. Napolyon'un İstanbul'da Fransız devrini başlatan büyükelçisi iken Paris'e Fransız dış politikasına yön veren Dışişleri Bakanı olarak dönmüştür.
Mehmet Değirmenci Anadolu toprakları tarih boyunca yoğun kitlesel göç hareketlerine ev sahipliği yapmıştır. Bu hareketliliğin en önemli unsuru coğrafi konumudur. Her ne kadar coğrafi konum, göçler açısından başat önem taşısa da, o coğrafyaya hâkim siyasi otoritenin göçe ve göçmene yaklaşımı da bir diğer ana belirleyici unsurdur. Göçe ilişkin yaklaşımlar ise tecrübelerle şekillenir ve bu yaklaşımlar, göç politikalarını şekillendirir. Göç olgusunun sürekli gündemde kaldığı coğrafyalarda göç politikalarının hem siyasi alanda hem bürokratik alanda hem de uygulamada kurumsal bir düzende olması beklenmektedir. Ancak günümüzde Türkiye'nin göç politikaları, ciddi eleştirilere maruz kalmaktadır. Özellikle Geç Dönem Osmanlı’dan günümüze yoğun göç hareketliliklerine maruz kalan bir ülkenin göçe ilişkin politikalarının bu denli eleştirilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir soruyu da beraberinde getirmektedir. Ciddi tecrübelere rağmen yaşanan göç politikalarındaki bu aksaklıklar, kurumsallaşamamanın mı yoksa kasıtlı politikasızlığın bir sonucu mudur?
Kurtuluş Öztürk Halil Hâlid Bey (1869-1931); akademisyen, gazeteci, parlamenter ve diplomat olarak yurt içi ve yurt dışında önemli vazifeler üstlenmiş çok yönlü bir Osmanlı entelektüelidir. Cambridge Üniversitesi’ndeki uzun hocalık deneyimi (1897- 1911), onu özellikle İngiliz ve Avrupa siyaseti konusunda döneminin en yetkin isimlerden biri haline getirmiştir. Ayrıca Cezayir, Sudan, Mısır ve Hindistan’ı içine alan geniş bir coğrafyada yürüttüğü çalışmaları sebebiyle İslam dünyasını da yakından tanımaktadır.
Halil Hâlid Bey, Batı işgal ve sömürgeciliğine karşı Osmanlı Devleti’nin ve Müslüman Doğu toplumlarının hukukunu etkili bir şekilde müdafaa etmiş, olacaklar konusunda önceden uyarılarda bulunmuştur. Üstelik bütün bunları Avrupa’da İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak kaleme aldığı gazete yazıları, makale ve kitaplarıyla yapmıştır. Bu kitapta Halil Hâlid’in yaşam öyküsü, düşünceleri ve deneyimleri incelenmiştir.
Fikir ve Hareket İncelemeleri dizisi ile İslamcılığın fikri birikimini yansıtan ve hemen hemen her alanda karşımıza çıkan temel isimler, dergiler, meseleler hakkında bir çerçeve ve özgün bir bakışın ortaya konulması amaçlanmaktadır. Dizide yer alacak kitaplar, İslamcılık düşüncesinin farklı alanlarında merak edilen mevzuları kapsamaktadır. Bu çerçevede, meselelerin temel bir zeminde ve giriş düzeyinde anlaşılmasına katkı sağlaması hedeflenmektedir.
Murat Karataş

25 Nisan 1915 tarihinde İtilaf Devletleri’nin Çanakkale’ye çıkarma yaptıkları yerlerden biri olan Anadolu Yarımadası’ndaki Kumkale, bugün Çanakkale Savaşları’nın unutulmuş bir alanıdır; oysa burası, Türk ve Alman rütbelilerinin riski yüksek olarak değerlendirdikleri bir bölgedir. Hatta burada, Gelibolu Yarımadası’na nispeten daha fazla kuvvet bulundurularak olası çıkarmaya karşı savunma düzeni alınmıştır. Fransız birlikleri Kumkale’ye çıkıp gerilerde kümelenmiş Osmanlı birlikleri ile karşılaştıklarından, Kumkale’nin kolayca elden çıkmayacağını anlamışlardır. İki gün boyunca süren çetin çarpışmalar neticesinde, Fransızlar burada tutunamamış, apar topar tahliye edilerek Seddülbahir bölgesine alınmışlardır. Fakat akıllarda halen şu soru vardır:


Acaba, Kumkale çıkarması sadece bir gösteri harekatı mıydı?



Çanakkale Savaları’nın ilginç bir yönünü teşkil eden Kumkale Savaşı, bir bütünün parçası olarak görülse de içerisinde barındırdığı çelişkiler, yaşanan olaylar ve sonuçları bakımından İtilaf Devletleri’nin Çanakkale serüveninin özeti niteliğindedir.


Eski harfli basma eserler dizimizin ilk kitabı olan çalışma, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nin bilinmeyen yönlerini ortaya koyması sebebiyle önemlidir. Kitap, kafalarda Çanakkale Savaşı’na dair var olan soru işaretlerinin birçoğunu ve belki de en önemlilerini kaldıracaktır.
Mustafa Çakıcı Mali itibar, başkasının sermayesinden geçici olarak yararlanabilmek kabiliyetidir. İtibar üzerine kurulan borç senetlerini, servetin değişim vasıtası haline koyan işlemler, adı geçen senetlerin emre muharrer veya hamiline ait olmak üzere düzenlenmesi yöntemlerinin oluşturulmasıyla meydana gelmiştir. 20. yüzyıla kadar kullanılan ticarî senetler poliçe, bono, çek ve süftece idi. Bu senetler içinde en yaygın olarak kullanılanı ise poliçeydi. Poliçenin ortaya çıkış tarihiyle ilgili farklı iddialar ve yaklaşımlar bulunmakla birlikte, 17. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilen "ciro" ve "emir kaydı", poliçe kullanımını kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Devleti'nde, poliçe kayıtlarına 17. yüzyılın ortalarından itibaren rastlanmaktadır. Madeni para naklinin masraflı ve tehlikeli olması ile Avrupayla ilişkilerin gelişmesi poliçe kullanımını artırmıştır. Yine de ilk dönemlerde, yeni bir yöntem olan poliçeye yeterince güven duyulmaması, poliçe kullanımını sınırlamıştır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti'nde poliçe, 19. yüzyılda yaygınlık kazanabilmiştir.
Standart bir hukuki durumu bulunmayan poliçe, 1850 yılında yürürlüğe giren Ticaret Kanunnamesi ile bir düzene kavuşmuştur. Genel olarak poliçeden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözüm yeri olan ticaret mahkemelerini, daha sağlıklı bir hukukî yapıya kavuşturan Ticaret Kanunnamesi Zeyli, hukuki altyapıyı daha da sağlamlaştırmıştır.
Kayıtlar, Osmanlı coğrafyasında yurt içi poliçe kullanımının, özellikle günümüz Türkiyesi sınırları ile Rumeli ve kısmen kuzey Suriye, Filistin bölgelerinde yaygınlaştığını göstermektedir. Ayrıca 19. yüzyılda, Avrupa'ya ve Avrupa'dan Osmanlı Devleti'ne; özellikle İstanbul'a bir hayli poliçe keşide edilmiştir. Sonuç olarak poliçe, Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar, ticarî hayattaki önemini korumuştur.
Çağıl Sağun Girit, stratejik konumu nedeniyle fatihlerin dikkatini her yüzyılda üzerine çekmeyi başarmış Akdeniz'in en önemli adasından biridir. Girit, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile Yunan siyasetinin bir parçası hâline gelmiş ve bu durum, Girit'in XIX. yüzyılını âdeta isyanlar yüzyılı hâline getirmişti. Girit ayrıca büyük devletlerin konsoloslarının Şark meselesini uygulama alanı da olmuştu. Özellikle İngiltere'nin Girit'te uyguladığı ikili politika, Girit'in kaderini de etkileyecek ve XIX. yüzyıl, Girit'i Osmanlı İmparatorluğu için âdeta bir “çözümsüzlük” ve "emanet (vedia)" hâline getirecekti. II. Meşrutiyet'in ilanı, Girit'e olan Osmanlı kamuoyunun ilgisini de arttıracaktı. Osmanlı Hükûmeti'nin Girit politikası, “statükonun devamı” çerçevesinde olayları protesto etmek ve İngiltere'ye güvenmekten ibaretti. Bu nedenle Osmanlı kamuoyu, Girit'te Osmanlı hukukunun yok sayılmasına ve Giritli Müslümanların feryatlarına tepkisiz kalmamış ve bu tepkiler, bilinçli bir eyleme dönüştürülerek önce protesto ve mitingler ile daha sonra da Yunanistan'a karşı boykot hareketleri ile kendini göstermişti. Mitingler halkın Girit için azim ve kararının göstergesi olmuş ve dönemin en yaygın sloganı "Ya Girit Ya Ölüm!" sözleriyle vücut bulmuştu. Girit için Yunanistan'a uygulanan boykot (1910-1911) ise âdeta “iktisadi harp” niteliğinde, o dönemin en uzun soluklu, en geniş katılımlı, planlı ve programlı bir halk hareketi olmuştu. Yunanistan'a boykot, 1911 yılı sonlarında noktalanmış ve 1913 yılında korkulan olmuş; Girit'in semalarında “mavi beyaz” bayraklar dalgalanmıştı.

Ahmed Refik ‘Osmanlı târîhinde, fi’l-hakîka, pek karışık ve ‘âdetâ nefretle yâd edilecek devirler vardır; fakat hiçbiri bu zorbalar idâresine makîs değildir. Hüsn-i niyetle başlayan, neticede koca bir devletin izmihlâliyle nihayetlenen bu devir, ‘Osmanlı târîhinin en elîm safhasıdır. Hiçbir zamanda ‘Osmanlı milleti, kendi efrâdı tarafından bu derece zâlimâne bir gadre uğramamışdır. Hiçbir devirde ‘Osmanlı devleti, dört beş zorbanın şekaveti yüzünden bu mertebe acıklı bir felâkete giriftâr olmamışdır. Hiçbir vakitde ‘Osmanlı pâdişâhı, etrafında dökülen kanlardan, sönen hânümânlardan bî-haber,
geçici bir saltanatın parıltıları içinde, bedbaht milletinin felâketini idrak edemeyerek ecdadının mukaddes mîrâsını düşmanlara parçalatmamışdır. Sultan Mehmed-i Hâm
Ahmet Köç, Cihan Özgün, Fuat Uçar, M. Murat Öntuğ, Mehmet Temel, Okan Ceylan, Resul Yavuz, Selim Hilmi Özkan, Semih Çınar, Yücel Yiğit, Zeki Çevik O yeşil toprağın ey yüzler ağartan Karesi,
Şimdi binlerce şehidin kanayan makberesi.
Sana hasret kalan evladın için dünyada
Varsa kahrolmadan ârâm edecek yer neresi?

Hani gökkubbenin altında görülmüş mü eşin?
Dağların bağ, hele vadilerin altın deresi!
Ey benim her taşı bir ma’bed-i iman yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek Ma’budum!

Mehmet Akif Ersoy*


Eski çağlardan beri Anadolu'nun batı bölgesinden İstanbul'a doğru uzanan önemli bir yol ağı üzerinde bulun Balıkesir, Anadolu'ya ilk Türk fetih hareketlerinden sonra Karesi Bey ve babası Kalem Bey'in kurdukları Karesi Beyliği'nin merkezi oldu. Beylik XIV. yüzyılın ilk yarısında Osmanlıların idaresine girdi. Karesi Sancağı adıyla idarî statüsünü Osmanlı Devleti'nin son dönemine kadar sürdürdü. 1923 yılında aynı adla il oldu. 1926 yılında ise adı Balıkesir olarak değiştirildi. 2012 yılında da Büyükşehir statüsüne kavuştu.

Osmanlı Devleti'nin 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak I. Dünya Savaşı'ndan çekilmesi sonrası, başta İstanbul olmak üzere Anadolu ve Trakya'da birbirinden bağımsız olarak müdafaa-i hukuk anlayışında pek çok dernek kurulmuştu. Böyle bir uyanış, İzmir'in işgalinden bir gün sonra Balıkesir'de de görüldü. Batı Anadolu'da genişleyen Yunan işgalinin önünde, Ayvalık'tan başlayıp Bergama, Savaştepe, Soma, Akhisar, Salihli ve Nazilli'ye uzanan Kuva-yı Milliye cephelerinin sevk ve idaresi şerefi Balıkesir'e aittir. Bu direniş bir yılı aşan bir süre Yunan ilerleyişini durdurarak Ankara'da TBMM Hükümeti'nin düzenli orduları kurmasına zaman kazandırmıştır. Ayrıca Balıkesir aynı zamanda Millî Mücadele'de ilk ve son askeri kurşunların atıldığı il olma şerefine de sahiptir.

Bu kitapta; 11 akademisyen, Balıkesir'in Osmanlı, Millî Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerine ilişkin bilimsel çalışmalarıyla, Balıkesir şehir tarihine küçük de olsa bir katkı sunmayı amaçlamışlardır.

* Bu şiir, Mehmet Akif Ersoy tarafından “Balıkesir” için yazılmış ve Hasan Basri Çantay’a verilmiştir.

** Kapakta yer alan fotoğraflar üstten alta sırasıyla:

-Gazi Mustafa Kemal Paşa, eşi Latife Hanım, Kazım Karabekir ve Ali Hikmet Paşa Bergama (bugünkü Gökçeyazı)’da dinleniyor (8 Şubat 1923)
-Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir’e ilk gelişi (6 Şubat 1923)
-Eski Vali Konağı (1930)



İsmail Şahin Türk milleti, bilinen tarihi içerisinde, karşılaştığı büyük sıkıntılar karşısında millî birlik ve beraberliğini her zaman koruyabilmiş, bu sayede tarihin hiçbir devresinde devletsiz kalmamıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletlerin Ermeni ve Yunanlılar eliyle başlattıkları Türk milletini yok etme tehlikesi yaşanmıştır. Sakarya Meydan Muharebesi, Türk milletinin ölmeyi gördüğü, yok olmayı hissettiği bir muharebedir. Toplum bu idrake, en küçüğünden en büyüğüne kadar bir bütün hâlinde erişmiştir. Bu nedenledir ki 22 gece 22 gündüz devam eden muharebenin ikmali hemen hemen bütünüyle iç tedarike dayanmasına rağmen on bir yıl süren savaşlarda tükenen Anadolu halkı; Başkomutanının emriyle bütün fertleriyle savaşa katılarak ordusunu malı ve canıyla takviye etmiştir.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında geriye bakıldığında millî birlik ruhumuzun canlılığının devam ettiği görülmektedir. Yaşadığımız 6 Şubat 2023 depremleri gibi on bir ilimizi vuran büyük olaylar karşısında gösterdiğimiz millî refleks, millî birlik ve beraberlik şuurumuzdan hiçbir şey kaybetmediğimizi ortaya koymuştur. Deprem nedeniyle ülkemize gelen Fransız bir gazeteci bu dayanışmayı “Türkler çıldırmış gibiydiler, deprem bölgesine yardım götüren tırlar yollarda sanki freni yokmuş gibi uçarak gidiyorlardı.” sözleriyle ifade etmiştir.
Boğos Levon Zekiyan, Yıldız Deveci Bozkuş, Buğra Poyraz Bu eser, Osmanlı İmparatorluğu'nun XVII ve XVIII. yüzyıllardaki ekonomik dünyasını inceleyerek Osmanlı Ermenilerinin ve onların aracılığıyla dönemin küresel bağlantılarının ilişkilerini ortaya koymaktadır. Ermeni esnaf, tüccar, zanaatkâr ve entelektüel sınıfının ekonomi alanındaki faaliyetlerine odaklanan çalışma aynı zamanda Ermeni tüccar ve entelektüel grubun dış dünya ile bağlarını da araştırmaktadır. Ermenilerin sarraflık alanında XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren devletin finans ve mali işlerini nasıl yönettiklerini detaylandırmaktadır. Eser, özellikle Düzyan ailesi gibi önemli Ermeni ailelerinin ve elitlerinin rolünü vurgulamaktadır. Ayrıca Culfa Ermenisi tüccarlarının zenginlik ve şöhret seviyelerini göstererek Osmanlı'ya modern teknolojinin gelişinde Ermenilerin kilit rolüne dikkat çekmektedir. Bu eser, Osmanlı İmparatorluğu'nun çok kültürlü yapısında Ermenilerin ticaret, finans ve teknoloji alanındaki katkılarını ve Osmanlı'nın az incelenmiş dönemlerine dair önemli verileri sunarak Ermenilerin bu konudaki etkilerini daha yakından tanımamıza olanak sağlamaktadır.
Ahmet Tetik - Gülcan Işık Birinci Dünya Harbinin cephelerinde savaşan Osmanlı Ordusunun, İngilizlere esir düşen askerlerinin tutulduğu Mısır’daki kamplardan birisi de Kahire yakınlarındaki “Tura Esir Kampı”. 1919 yılında harp sona ermiş ancak esirler henüz serbest kalamamışlardır.
Kampta, dünyadan kopmayan esir Türk subayları, dirençlerini korumak, bugünü yarına hazırlamak için değerlendirmede bulunmak, maddi olarak esaret altında olsalar da fikren hürriyet mücadelesini ve vatan sevgisini zinde tutmak gayesi içinde el yazısıyla bir gazete çıkarırlar: IŞIK!
Yaşamak, dünde değil bugünde yarını inşa etmektir. Kamptakiler de bunun şuurundadırlar. “Unutulmamalıdır ki dünyadan ziyade ukbâya bakan insanlar; beşikle mezar arasındaki refahını ihmal ederler.” Tura’da bulunanların sağlam gövdeleri, “mezarlıkları çoğalmış, dinçliği eksilmiş vatan için” en değerli hediyedir. “Hayat; bizim anladığımız gibi ölümle nihayet bulan, ağır bir çileden ibaret değildir.” Esaret altında yaşayan Türk askerleri, Türk Milletinin “Çin’de yenilmişse, Hindistan’da yenmiştir. Turan’dan çıkmışsa, İran’a girmiştir. İran’da batmışsa, Bizans’ta çıkmıştır.” gerçeğini bilmektedirler. Büyük bir felaketten, mutlu bir yarın oluşturmak zorundadırlar.
Yenilgiye uğramak, ölmek değildir. Tura’da tel örgülerin arkasına hapsedilenler, yarının hayatıdırlar. Onlar; “yoksul bir diyarın âdeta ışıklarıdırlar.” Esaretin bol vakitlerini boş işlerle harcayamazlar, gülüp eğlenemezler. “Mâziye karışan her dakika içinde, yarın için düşünmeyen bir nesil; bağdaş kurmuş varlıkları kabil değil, ayağa kaldıramaz.”
IŞIK; esaretin küllerinden yüzyıl sonra yeniden doğan “Anka”…
Cihat Tanış Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmasının ardından İtilaf Devletleri’nin siyasi ve askeri müdahalelerinin başladığı işgal dönemine girilmiştir. İtilaf Devletleri, mütarekenin dördüncü maddesinde yer alan harp esirlerinin ve Ermenilerin teslimine ilişkin maddeyi kendilerince yorumlayarak başta İstanbul’dakiler olmak üzere Osmanlı hapishanelerine müdahale etmişler ve diledikleri mahkûmları serbest bırakmışlardır. İtilaf Devletleri’nin hapishanelere yaptıkları fütursuz müdahaleler Osmanlı Devleti’nin asayişini bozmuş ve siyasi otoritesini zayıflatmıştır. Bu durum, hapishanelerde firar ve isyan gibi birçok olayın yaşanmasında etkili olmuştur. Mütareke yıllarında Osmanlı hapishanelerinin eski, yetersiz ve kalabalık olmasına iaşe teminindeki sıkıntılar da eklenince hijyen koşulları giderek kötüleşmiş ve bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkmıştır. Hapishanelerde meydana gelen sorunları çözmek için alınan kararlar ise çoğu kez mali imkânsızlıklar sebebiyle uygulanamamıştır. Bu durum İtilaf Devletleri’nin müdahalelerine zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla işgal, en ağır boyutuyla Osmanlı hapishanelerinde kendini hissettirmiştir.
Hasan Karaköse Avrupa devletlerinin, başta Suriye olmak üzere diğer Arap bölgelerinde eğitim ve misyonerlik faaliyetleri ile yürüttükleri gizli, yıkıcı, sinsi faaliyetleri, bu devletlerin Orta Doğu’da siyasi güçlerinin artmasına yol açtı. XIX. yüzyılda Fransızların Katolikler içinde, Amerikalıların Protestanlar arasında, Rusların Ortadokslar ile başlattıkları gizli çalışmaların yanı sıra, İngilizlerin de Hicaz Bölgesi olmak üzere Arabistan topraklarında yıkıcı faaliyetleri, Orta Doğu’nun önemli kısımlarını fitne ve fesat yuvası hâline dönüştürdü.
Birinci Dünya Savaşı, Orta Doğu’nun en güçlü devleti olan Osmanlı Devleti’nin sonunu getirmiş ve bölgede sömürgeci Batı devletlerinin istekleri doğrultusunda yeni bir düzenin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Savaş sonrası yürürlüğe konan manda rejimi Osmanlı Devleti’nden koparılan yerlerin yönetiminde sömürgeci devletlerin isteklerini resmîleştirmiştir. Avrupa’nın bölgeye nüfuzunun artması, Hıristiyan azınlıkları himayeci sıfatı ile kendi çıkarlarına alet etmesi ve milliyetçilik düşüncesinin bölgeye yerleşmesi ile bölge, istikrarsız bir döneme girmiştir Bu istikrarsızlık kanlı bir biçimde günümüze kadar gelmiştir. Fransa, Katoliklere; Rusya, Ortodokslara; İngiltere ise Dürzîlere ve Araplara destek vererek Orta Doğu’nun geleceğini biçimlendirme siyasetini sürdürmüşlerdir. Daha sonraları Amerika ve İsrail'in buraya yerleşmesi ile boyutu daha da genişleyen güç gösterilerini ve hesaplaşmaları bugün tüm dünya sadece seyretmektedir. Bu kitapta on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Orta Doğu’da büyük güçlerin rekabetini, hesaplaşmalarını ve bölgeyi nasıl bölüştüklerini göreceksiniz.
Abdurrahman İlhan, Arzu Erman, Bilal Karabulut, Doğacan Başaran, Elif Günal, Emre Ozan, H. Mustafa Eravcı, Kadir Ertaç Çelik, Mehmet Seyfettin Erol, Mücahide Nihal Engel, Naime Yüksel Kayaçağlayan, Nuri Salık, Sayim Türkman, Serpil Güdül Orta Doğu, tarih boyunca stratejik konumu ve küresel güçlerin siyasi ve iktisadi beklentileri sebebiyle, cazibesini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti (1517-1917) döneminde istikrarlı bir dönem yaşayan Ortadoğu, Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla birlikte önce İngiltere ve Fransa’nın kontrolüne girmiş ve ardından da “Soğuk Savaş” Dönemi’nde SSCB ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi ve askerî alanlarda çekişme sahası olmuştur.
Daha önce “Orta Doğu’ya Bakış I” kitabının devamı olarak hazırlanan bu ikinci kitap, yine tarihsel süreç içerisinde Orta Doğu ülkelerinin yaşadığı siyasi, askerî ve iktisadi olayları çok sayıda akademisyenin katkıları ile geniş bir dönemi kapsayacak şekilde Orta Doğu tarihine ışık tutmaktadır.
Dimitris Dimitropoulos, Filiz Yaşar, Orçun Nalezen, Sibel Kundakçı, Yasemin Demircan, Yasemin Demircan Ege Denizi, enginliğinde barındırdığı yüzlerce ada, adacık ve kayalıklarla haritada kapladığı alandan çok daha geniştir. Bu genişlik adalarında yaşayan topluluklar ve adaların sahne olduğu tarihsel gelişmelerle ilgilidir. Elinizdeki bu kitap, Ege Adalarının sahip olduğu tarihî derinliği ortaya koyma girişiminin bir ürünüdür. Ege Adalarındaki toplumsal gruplar arasındaki ilişkilere yüzlerce hatta binlerce yıl içinde ortaya çıkan kültürel geleneğin tesir ettiği görülür. Bu kitapta Osmanlı idaresi altında söz konusu ilişkileri var eden doğal mecranın nasıl bir görünüm arz ettiği sorusuna cevap aranmaktadır. Adalardaki toplumsal kurgu, toplumu meydana getiren temel unsurlar bağlamında ele alınmakta, adalarda yaşan kadınlar ve erkekler, Müslümanlar ve gayrimüslimler, Rumlar ve Latinler bu kitabın merkezinde yer almaktadır. Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü çağdan Osmanlı fetihlerine kadar Ege'de biriktirilen tarihsel ve kültürel tecrübelerin izlerini süren araştırmaları bir araya getiren bu kitabın öznesi imparatorlar, sultanlar ya da büyük komutanlar değil, Ege Adalarında yaşayan halklardır.
Ayhan Sekili Dünya üzerindeki ilk Kızılhaç Teşkilatı hangi devletten ve nasıl ortaya çıktı?
Yunanistan'da insani gayelerle kurulan Yunan Kızılhaç Teşkilatı masum muydu?
Millî Mücadele Dönemi'nde Yunan Kızılhaç Teşkilatının Anadolu'ya getirdiği sandıkların içerisinde ne vardı?
Tamamen tarafsız olduğu söylenen ve tüm gücüyle insanlığın menfaatine hizmet eden bir sağlık teşkilatı, içinde bulunduğu devleti tarafından nasıl suistimal edildi?

XIX. yüzyılda İsviçre'de Beyne'l-Milel Salîb-i Ahmer (Uluslararası Kızılhaç) Cemiyetinin kurulmasıyla birlikte bu cemiyete bağlı olarak, dünya üzerindeki muhtelif devletler de kendi millî Kızılhaç cemiyetini kurmaya başlamıştı. Bu millî Kızılhaç cemiyetlerinden biri de, Yunanistan'ın 10 Haziran 1877'de kurmuş olduğu Yunan Salîb-i Ahmer (Yunan Kızılhaç) Cemiyetidir. Yunan Salîb-i Ahmer Cemiyeti, Venizelos'un İngiltere’den ve Fransa'dan “Yunanistan'ın İtilaf Devletleri adına Batı Anadolu'ya çıkartma yapabilmesi iznini” alabilmesinden önce Anadolu ve Trakya'da bazı gizli çalışmalarda bulunmuştur. Söz konusu bu cemiyet, her ne kadar insani gayelerle kurulmuş olsa da Megali İdea doğrultusunda hareket ederek Anadolu'ya geldikten sonra hızlı bir şekilde teşkilatlanma içerisine girmiştir. Batı Anadolu'daki bölge halkına tıbbi malzeme ve ilaç getirdiğini ifade ederek sandıklar içerisinde silah, mühimmat, patlayıcı maddeler ve çete teşkilinde kullanılmak üzere üniforma getirmiştir. Nitekim bu tıbbî malzeme ve yardım sandıkları içerisinde getirmiş oldukları silah ve mühimmatlarla, fakir fukaralar için açmış oldukları hastaneleri birer cephaneliğe çevirmişlerdir. Tüm bu yaşanan hadiseler Osmanlı arşiv kaynaklarına yansımış olup, biz de eserimizi dönemin zengin arşiv belgelerine dayanarak hazırladık. Elinizde bulunan kitap kendi alanında hazırlanmış ilk kitaptır.
Erol Canarslanlar, Volkan Marttin Elinizdeki bu eser, 2007 yılından bu günlere zorlu bir araştırma sürecinin ürünüdür.
Eskişehir'in yakın dönem tarihine bakıldığında göçlerin yadsınamaz bir etkisinin olduğu görülür. Bu göçlerin, küçük bir yerleşim yeri olan Eskişehir'i vilayet konumuna yükselttiği söylenebilir. Göçün etkisiyle kurulan dört yüze yüze yakın yerleşim noktasındaki insanların çalışmaları ve çabaları Eskişehir'in modern bir kente dönüşmesine olanak tanımıştır. Bunun tarihî kayıtlarla, arşiv belgeleriyle ortaya konulması oldukça meşakkatli bir iştir. Buradan hareketle Eskişehir'deki Tatar yerleşimleri çalışmanın birinci hedefi olmuş, binlerce belge arasından seçilen 228 adet Osmanlı vesikası basit transkripsiyonla okuyucuya sunulmuştur.
Kuzey Türklerinden Kırım, Kazan ve Nogay Tatarlarının Eskişehir'e gelişleri sırasında yaşadıkları, yerleşimlerin kurulmasında ve buralardaki hayatın idamesinde ortaya çıkan sorunlar Osmanlı belgelerinin dilinden okuyucuya sunulmuştur. Konunun daha iyi anlaşılması amacıyla kimi sözcüklerin anlamları köşeli parantez içinde verilmiş, yerleşime ilişkin açıklayıcı metinler kaleme alınmıştır.
Köyünü, mahallesinin kuruluş ve yerleşim öyküsünü merak edenlerin elinden düşürmeyeceği bu eseri emsallerinden ayıran en önemli özelliği, saha çalışmasında elde edilen nüfus kayıtlarını ve sözlü tarih çalışmalarını içerisinde barındırıyor olmasıdır. Bu bakımdan Eskişehir'in köy ve mahallelerine ilişkin arşivdeki binlerce belge arasından bulunup çıkarılan ve bir seçki şeklinde kullanıma sunulan tarihî kayıtların, bir bakıma yerelden genele değerlendirilebilecek verilerin, başta göç ve nüfus çalışmaları olmak üzere tarih, sosyoloji, yerel yönetimler, eğitim gibi birçok bilim alanında kullanılabilmesi bu eseri bir kat daha değerli kılmaktadır.
Isam Salahuddin Al-Bayaty Osmanlı İmparatorluğu'nun geniş coğrafi dağılımında hiç kuşkusuz en önemli kurumsal oluşumların başında vakıflar gelmektedir. Vakıf kurumu, şehir tarihi ve sosyalkültürel yapı araştırmalarında önemli bir kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kurumun araştırılması, ilgili bölge ve şehrin kuruluşu hakkında zengin bilgiler sunmakta, ilgili şehrin yapılaşması ve müesseseleşmesi konusunda da ayrıntılı bilgiler vermektedir. Bu araştırmada, H 922-1112/M 1516-17000 tarihleri arasında Osmanlı hâkimiyetindeki stratejik yollar üzerinde yer alan Musul ve Kerkük bölgesindeki vakıflar incelenmiş ve takribi iki yüz yıllık süreçteki değişim ve gelişimleri tespit edilmeye çalışılmıştır.
Ahmet Kısa Nurettin Topçu, Türkiye'nin Maarif Davası adlı eserinde, “Mektep, ruha sunulacak iksirler halinde hakikatler üzerinde yapılan seçimle, alıcı gönüllerin birleştiği yerde vardır”, diyor ve ekliyor; “Felsefesi olmayan milletin mektebi olamaz.” Osmanlı modern eğitiminin eskisinden farklı olarak tedrisatı sevdirme, alıcı gönüllere hitap etme gibi bir yönünün olduğu hakikattir. Ancak bunun bir felsefe dâhilinde yapıldığı söylenemez. Yani Orhan Okay'ın Osmanlı modernleşmesi için kullandığı “mülemma” tanımlaması, eğitim için de söz konusu olmuştur denilebilir. Dolayısıyla kitapta kullanılan modernleşme tabirinin bugünkü anlamda bir modernleşme olmadığını, Osmanlı modernleşmesinin genelinde görülen bulanıklığın eğitimde de söz konusu olduğunu belirtmek isteriz.
Osmanlı modern eğitim anlayışının ibtidâî mektepler (ilkokullar) ve rüştiyeler (ortaokullar) özelinde incelendiği bu kitap, iki açıdan önem arz etmektedir. Öncelikle kitap, modern eğitimin Antalya'ya ne ölçüde yansıdığını, nüfusa göre eğitim oranını, salnamelerin ihtiyatla yaklaşılması gereken verilerinin dışında, okul kayıtlarından hareketle doğru bir şekilde tespit etmiştir. Diğer taraftan ele alınan okullarla ilgili mutlaka imtihan kayıtlarına yer verilmiş, bu sayede o dönem eğitim görenlerle ilgili bugün Antalyalılar geçmişe dönük okuma yapabilme, bir yerde büyükanne ve babalarının okul notlarına ulaşma imkânına sahip olmuşlardır. Dolayısıyla bu kitap, Antalya'da yetişmiş, daha sonra Antalya'nın ve ülkemizin irfan ve kültür yaşamında önemli mevki edinmiş Antalyalı şahsiyetlerin tespiti açısından da önemlidir. Örneğin, ilk eğitimini Elmalı'da alan Cumhuriyet Dönemi'nin sekizinci Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Bedrettin Elmalı'nın ibtidâî mektep notlarına çalışmamızda yer verilmiştir.
Osmanlı Dönemi'nde taşrada modern eğitim vilayet merkezleri dışında ibtidâî mektepler ve rüştiyelerden öteye gidememiştir. Bu açıdan bakıldığında kitabın İdâdi ve Dârülmuallimîn-i İbtidâîye dışında Antalya'da modern eğitim kurumlarını tamamen kapsadığı söylenebilir.
Haci Sarı Emek üzerinden değerlendirilen Osmanlı'nın modernleşme tecrübesi, üretim örgütlenmesi ve iş organizasyonunun dönüştürülmesi ihtiyacının bir neticesi olarak ortaya çıkmış olmakla birlikte Osmanlı insanının varlığı algılama ve anlamlandırma biçimi üzerinde de etkili olan bir süreçtir.
Osmanlı aydın zümresinin iktisadi, sosyal ve düşünsel bağlamda ortaya koyduğu emek yaklaşımları, emek kavramını Osmanlı modernleşme sürecinde önemli aktörlerden biri kılmıştır. Modern teknolojiyi Osmanlı insanın kullanımına sunmaya yönelik bir çaba olan modernleşme; bilimsel, rasyonalist, seküler ve insan merkezli düşünüş tarzı ile kapitalist, komersiyalist ve faydacı iş ve üretim tarzı geliştirme anlamına geldiğinden sanayileşmeye yönelik her çaba özü itibariyle "modernliği" içkindir.
Geleneksel yaşam tarzının lisanıyla modern dönemde hayat imkânı aramanın ifadesi olan sa'y-u amel, modernleşme sürecinde Osmanlı emek tasavvurunu ifade etmek için kullanılmakla birlikte modernleşme süreci, Osmanlı emek dünyasının kavramlarını form ve içerik olarak dönüştürürken emek pratiklerine de bağımlı çalışma yönünde ivme kazandırmıştır. Değişen üretim örgütlenmesi beraberinde işin yapısına uygun mücadele araçlarını da (grev) taşımıştır.
Teknolojik ilerleme, iktisadi refah ve sosyal gelişme gibi kavramlarla iç içe olan emek yaklaşımları, Osmanlı'da ideolojik ayrımlara kaynaklık teşkil ederken aynı zamanda dinî düşüncenin ıslahına varan bir etki yelpazesine sahiptir. Bu anlamda emek, Osmanlı modernleşme tecrübesinde kurucu bir vasfa sahiptir.
Zekeriya Bülbül Kitap hazırlanırken lisede tarih öğretmenliği yapacak olan öğretmen adayları dikkate alınmıştır. Tarih sadece siyasi olayların okutulduğu bir ders değildir. İncelemeye çalıştığımız devletin sosyal ve ekonomik yapısını da tanımamız gerekmektedir. Zaferleri kazanan ordunun arkasında mutlaka güçlü bir ekonomi bulunmaktadır. İyi bir teşkilatlanma olmadan herhangi bir konuda başarılı olmak söz konusu değildir. Bu düşünceden hareketle kitapta, Osmanlı devlet teşkilatını tanıtmaya çalıştık. Önce, devletinde idare merkezi olan saraylar, sarayda yaşayan, sarayın sahibi olan insanlar ve onlara hizmet edenler hakkında bilgiler verdik. Padişahı, devlet başkanı olarak her yönüyle tanıttık. Daha sonraki bölümlerde, Divan-ı Hümayun'a (merkezi teşkilat) yer verdik. Ayrıca, taşra teşkilatının yapılanması, askerî teşkilat, mali teşkilat, toprak idaresi, adalet teşkilatı hakkında da bilgiler verdik. Verilen bu bilgiler, Osmanlı Devleti'ni daha iyi tanımak isteyen okuyucular için yararlı bir kaynak olacaktır.
Hadi Belge Bugün Yunanistan'ın Halkidiki Yarımadası'nda bulunan ve hâlen özerk bir statüye sahip olan Athos Dağı gerek Hristiyanlık gerekse Bizans tarihi içinde özel bir yere sahiptir. Athos Dağı, Hristiyanlığın daha ilk asırlarından itibaren keşişler için muhteşem bir inziva mekânı olmuştur. X. asırda Bizans monastizminin simgesi ve Ortodoksluğun kutsal emanetlerini barındıran bir belde olarak Athos aynı zamanda ruhbanlar için bir eğitim ve rehabilitasyon merkezi, Ortodoks milletlerin etkileşimde bulunmasına vesile olan bir platform, dünyanın en zengin el yazması koleksiyonlarından birine sahip bir kültür merkezi ve dünyada kadınların giremediği tek coğrafya olarak şöhreti tüm Hristiyan âlemince bilinen bir yer hâline gelmiştir.
1430 yılında Osmanlı egemenliğine alındığında Aynaroz olarak isimlendirilen yarımadanın kadim ayrıcalıkları ve yönetim usulleri ruhani idare adı altında korunmuş ancak oluşturulan mülki idareyle de taşra teşkilatının genel yapısına yaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece yarımadada Osmanlı taşrasının belki başka hiçbir yerinde emsaline rastlanamayacak çift başlı bir idare teşekkül etmiştir. Yaklaşık dört asır sorunsuz biçimde devam ettirilen bu statü, XIX. asırda Tanzimat bürokratlarının reform düşünceleriyle karşı karşıya gelmiştir.
Mahmud Şevket Paşa Mahmut Şevket Paşa tarafından kaleme alınan, Bahriye Nezareti ressamı Hüseyin Hüsnü (Töngüz) Efendi tarafından resimlenen ve üç cilt, bir zeylden oluşan Osmanlı Teşkilât ve Kıyafet-i Askeriyesi adlı bu eser, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan başlayarak son dönemine kadar geçen süre içinde hem askerî teşkilâtını hem de neredeyse başka hiçbir kaynakta bulunmayan askerî kıyafetleri çok ayrıntılı biçimde incelemektedir. Eserin birinci cildi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar geçen dönemi; ikinci cildi, Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusu’nun kuruluşundan 1876’ya kadar geçen dönemi ve üçüncü cildi ise 1876-1903 arası dönemi kapsamaktadır. Esere zeyl olan kısım ise 1903 sonrası yapılan kısmî bazı değişiklikleri içermektedir.
Eserin ilk iki cildi, 1909 yılında Mekteb-i Harbiye Matbaasında basılmış; üçüncü cilt ve zeyl ise muhtemelen güncel askerî teşkilâta ait bilgileri içerdiği için dönemi içinde basılmamıştır. Eserin, Sultan Abdülhamid dönemini içeren bu bölümü, askerî teşkilâtın muazzam bir biçimde geliştiği bir dönemi kapsaması açısından ayrıca büyük bir öneme sahiptir. Mahmut Şevket Paşa, ilk baskının ön sözünde, bu son cildin de ileride basılması temennisinde bulunmaktadır ki bu yayınla, Paşa’nın yüz yıl önceki vasiyetini yerine getirmiş oluyoruz.
İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kitaplığı’nda bulunan tüm ciltleri içeren el yazması nüshadan, dönemin diline sadık kalınarak günümüz alfabesine aktardığımız bu muazzam eser, umarız, tarih araştırmacılarının ayrıntılı araştırmaları için kaynak olur.
Mustafa Can, Nejla Günay, Ramazan Erhan Güllü, S. Gül Akyılmaz, Tuğba Eray Biber Osmanlılar, eski dünya kıtaları olarak bilinen bir coğrafyada, dünyanın en uzun ömürlü devletlerinden birini kurup yönetmek suretiyle üç kıtada birlik ve bütünlüğünü korumayı başardı. Bu başarıyı sadece askerî güce dayandırmak yanlış bir yaklaşım olacaktır. Çünkü Osmanlı Devleti askerî gücünü kaybettikten sonra da yaklaşık üç asır daha varlığını koruyabildi. O hâlde bunu anlayabilmek için “Osmanlılar günümüzde kargaşanın hâkim olduğu Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'da huzur ve refahı nasıl sağlamıştı?” sorusunun cevabını aramak gerekmektedir. Böylece günümüzde farklı kültür ve inanca sahip toplumların birbirleriyle ilişkilerinin iyileştirilmesinin ve barışın nasıl sağlanacağının ipuçlarını bulmak mümkün olabilecektir.
Osmanlı Devleti, farklı köken, inanç ve kültürel özellikler taşıyan halkının inanç ve değerlerine müdahale edip engellemek yerine onları uyum içinde yönetmek hassasiyetini gösterdi. Toplumun karşılıklı saygı çerçevesinde bir arada yaşamasıyla huzur ve barışın sağlanması devletin en önemli amacı oldu. Bu sebeple “Osmanlı Millet Sistemi” adı verilen bir yönetim modeli geliştirerek farklı dinleri, onların temsilciliğini yapması amacıyla yeni tesis ettiği dinî kurum ve liderleri nezdinde muhatap kabul etti. Osmanlı Devleti, Ortodoks Hristiyan halkını ve özellikle Balkanlar’daki diğer Hristiyan unsurları Fener Rum Patrikhanesi'ne; Ermeni halkını Ermeni Patrikhanesi'ne ve Yahudi halkını Hahambaşı olarak anılan dinî lidere bağlayıp onlar aracılığıyla yönetti. Buna göre her cemaatin lideri, cemaatinin ödemesi gereken vergiyi toplayıp hazineye teslim etmek ve devletin koyduğu kanunlara cemaat mensuplarının uymasını temin etmekle yükümlü kılınmıştı. Buna karşılık devlet, cemaatleri kendi iç düzenlerinde serbest bırakarak onların dinî ve kültürel hayatlarına müdahale etmemişti.
Muhammed Emin Durmuş Mukâtaa kavramı, Osmanlı mali hukukunda olduğu gibi vakıf hukukunda da farklı hukuki sonuçlar doğuran uygulamaları ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu çalışmada ise esas olarak vakıf arsanın, üzerine karâr hakkı ve mülkiyeti şahsına ait olmak kaydıyla bina yapmak veya ağaç dikmek isteyen kimseye kiralanması anlamındaki mukâtaa uygulamasına odaklanılmıştır. Mukâtaa uygulamasının temelleri Osmanh'dan öncesine dayanmakta olup Osmanlılar tevarüs ettikleri bu uygulamayı birtakım düzenlemelerle daha da geliştirmiş ve yüzyıllar boyunca kullanmışlardır. Ancak mukâtaa uygulamasının, zamanla vakıfların istismarına sebebiyet verdiğini gören Osmanlı hukukçuları bu uygulamada ısrar etmemiş bilakis vakıflar için daha avantajlı olan icâreteyn uygulamasını geliştirmişlerdir. Bu da mukâtaanın icâreteyn uygulamasına zemin hazırladığını göstermektedir. Bu kitapta mukâtaa akdinin, 16 ve 17. yüzyıllardaki tarihi serancamı, mahiyeti, farklı uygulamaları, şartları, hukuki prensipleri ve taraflara sağladığı haklar özellikle fetva mecmuaları ve şer'iyye sicillerinden hareketle ortaya konmaya çalışılmıştır.
Şerife Eroğlu Memiş Bu kitap, hacıların çevrelerindeki insanlara aktardıkları her türlü tecrübe ve gözlemlerinin oluşum sürecini, Mekke ve Medine'de gerçekleştirdikleri dini ve dünyevi faaliyetlerini konu edinen hac eserlerini, hac literatürünün gelişmesi ve yaygınlaşması bağlamında kültürel dolaşıma önemli katkılar sağlayan araçlar olarak gündeme getirmektedir. Dini, edebi ve tarihi metinler olarak hac eserlerinin bu yönü, Osmanlı toplumunda “kitap sahipliği” olgusundan yola çıkılarak sorgulanmaktadır.
Osmanlı ulemâsı tarafından telif edilen veya intinsâh edilmek suretiyle çoğaltılan hac eserlerinin çoğunluğu haccın usulüne göre nasıl eda edileceğini anlatan menâsik-i hacc niteliğindedir. Elinizdeki kitabın konusunu oluşturan Nebzetü'l-menâsik adlı menâsik-i hacc türündeki hac el yazması, ilmî kimliği 18. yüzyılda şekillenmiş bir Osmanlı âlimi, kadısı, kazaskeri, mutasavvıfı ve kitap-severi olarak Dâmadzâde Mehmed Murad Efendi -ki eserde “en-Nakşibendî el-Murâdî” olarak zikredilmiştir- tarafından telif edilmiştir. Eserin metni Osmanlı Türkçesi, metnin izah ve kaynakları sayfa kenarlarında Arapça derkenar notları şeklinde yazılmıştır. Eseri diğer menâsik-i hacc'lardan ayıran bu derkenar notlarının niteliğidir. Diğer pek çok hac menâsikinden ayrı olarak eserde, Mekke ve Medine'nin yanı sıra ziyaretgâh olarak Kudüs ve el-Halil fezâilnâme ve tarih kitaplarına referansla etraflıca tasvir edilmiştir.
Abidin Çevik, Ali Eren Demir, Aslı Doğan, Emrah Doğan, Erkan Oflaz, Hayri Taci Yıldırım, Muhammet Ali Sağlam, Senem Civgin, Sidar Çınar, Şevket Alper Koç Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yılı, deyim yerindeyse batı karşısında kaybettiği üstünlüğünü yeniden kazanma mücadelesi ile geçmiştir. İmparatorluk yönetici ve aydınları bu süreç boyunca geniş bir alanda yapılacak reformlarla bunun gerçekleşeceğine inanmış, bu yolda pek çok adım atmışlardır. Ekonomik, siyasi, hukuki ve sosyal alanda yapılan reformlar, o dönemle sınırlı kalmayarak geleceği de önemli oranda şekillendirmiştir. Osmanlı’nın son dönemde geçirdiği dönüşüm, kendisinden sonra gelen reformculara da bir yol açmıştır. Cumhuriyetin kurucu kadroları son dönem Osmanlı bürokrasisi içinde bulunmuş, reformculukları bu ortamda şekillenmiştir. Haliyle cumhuriyetin ilanı sonrasında hayata geçirilen reformlarda geçmişin etkisini ve izlerini bulmak mümkündür. Yeni rejim kimi alanlarda geçmişten kesin bir kopuşu hedeflemişse de, sosyolojik ve siyasi gerçeklik buna müsaade etmemiştir. Çalışma bu gerçeklikler üzerinden Osmanlıdan cumhuriyete modernleşmeyi farklı alanlar üzerinden ele almış, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel gelişmeler üzerinden akademik bir değer yaratmaya odaklanmıştır.
Kürşad Emrah Yıldırım İnsanlık tarihi kadar eski bir kavram olan yönetim, başarmak istediğimiz her amaç için bize yol gösteren bir süreçtir. Bu sürecin doğru işletilmesi doğru hamleler yapmayı ve hedefe yaklaşmayı sağlar. Yönetimde önemli kavramlardan birisi öngörüdür. Geleceği tahmin edebilme yöneticinin hangi hamleleri yapması gerektiğini bilmesine yardımcı olur. Özel bir yetenek olan öngörü, kitabımızın konusunu oluşturan stratejik mimarlığın en temel özelliğidir. Türkler yöneticilik alanında rüştünü ispat etmiş ve bu özellikleri sayesinde tarihe yön vermiş bir millettir. Türk yönetim tarihinin her sayfasında başarılı yöneticileri görmek mümkündür. Yöneticilerin başarı hikâyelerindeki önemli unsurlardan birisi karar alma sürecinde danışmaya verdikleri önemdir. İlk Türk devletlerinde “toy” ismi verilen devlet meclislerinden başlayıp günümüz yönetim anlayışına kadar devam ettirilen ve bu süreçte değişim gösteren danışma mekanizmaları, Osmanlı Devleti döneminde akıl hocalarının danışma kültüründe aktif rol almasıyla zirveye ulaşmıştır. Daha çocuk yaşlardaki şehzadeleri birer padişah adayı olarak yetiştirmekle görevli olan akıl hocaları küçük bir beyliğin tarihin en büyük devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti’ne dönüşmesini sağlayan stratejik mimarlar olmuşlardır.
Stratejik yönetim, stratejik niyet, stratejik mimari gibi kavramların anlatıldığı bu kitabın amacı; kamu yönetiminin işleyişinde artık gerektiği önemi görmeyen danışma, akıl hocalığı gibi kavramların önemini hatırlatmak ve bürokrat eğitimi konusunda Osmanlı Devleti’nde bazı padişahlar ve hocalarının yaşantılarından kesitler sunarak stratejik mimari ile ilgili farkındalık oluşturabilmektir.
Bekir Çelik Din, insanoğlunun yaşamında tarih boyunca var olmuştur. Siyaset ise toplumdan ayrılabilecek bir alan değildir ve bir yönüyle yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiyi belirler.
İnsan üzerindeki otoritesi sebebiyle dinler de iktidar kavramıyla ilgilenmiş ve din-devlet ilişkileri kaçınılmaz bir olgu olmuştur. Dinler ya varlık nedenleriyle ya da dindar insanların iktidar mücadelesi sebebiyle siyasetle ilişkili olmuştur. Bu nedenle dünya kamuoyunu ciddi biçimde meşgul eden, tarihsel, toplumsal ve kültürel kökleri olan İslam, İslami uyanış ve günümüz İslamcı hareketleri araştırmayı gerekli kılmıştır.
İslami Siyasal Hareketin çok geniş ve kapsamlı içeriğe sahip olduğu muhakkaktır. Türkiye'de İslami Siyasal Hareket ile ilgili kaynakların çoğu yabancı eserlerden tercüme edilmiştir. Ülkemizde konuyla ilgili yayımların sayısının ise oldukça az olduğu dikkat çekicidir.
İslami siyasal hareket üzerinde çalışanların birçoğu İslami hareketi Osmanlının son dönemlerinden itibaren ele almışlardır. Çünkü Osmanlı'nın son dönemi özellikle Meşrutiyet devri, diğer fikir akımlarında olduğu gibi İslami hareketin de zeminini oluşturmuştur.
Bu yüzden eserde; XVIII. yüzyıldan itibaren modernleşme sürecine giren ve bu akımı devam ettiren İslami hareketin Türkiye'de doğuşu, fikri altyapısı ve zaman içerisindeki değişim ve gelişimi incelenmiştir. Ele alınan konunun fikri başlangıcı olarak Osmanlı Devleti'nin son dönemi incelenerek Cumhuriyet Türkiye'sine etkileri tahlil edilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş zeminini oluşturan Osmanlı dönemi olayları fikir akımları ele alınmıştır. Türkiye'deki siyasi süreci tek parti öncesi ve sonrası; demokratik hayata geçiş sürecinde siyasal İslam'ın geçirdiği evreler detaylı bir şekilde örneklendirilerek anlatılmıştır. Türkiye'de İslami hareketin durağan dönemi ve Türkiye'de siyasal İslam'ın gelişmesini sağlayan sebepler incelenmiştir.

Yavuz Unat Türkiye'de Osmanlı bilimi üzerine yapılan araştırmalar akademik olarak 1955'e kadar götürülse de henüz çok yenidir. Aşağı yukarı son 20 yıldır Osmanlı bilimi üzerine önemli çalışmalar yapılmış ve bu araştırmalarla Osmanlı bilimi hakkındaki genel kanılar yavaş yavaş değişmiştir. Özellikle Osmanlıların Batı'yı yeterince takip etmediği gibi sadece yenileşme hareketlerine bakılarak yapılan değerlendirmeler, Osmanlı biliminin genel çerçevesini çizmekten uzaktır. Bilim tarihi çalışmaları, bize, uygarlıkların başarılarının büyük ölçüde bilimsel ve kültürel hareketlere bağlı olduklarını göstermektedir. 600 yıllık bir dünya imparatorluğu olmayı başarabilmiş olan Osmanlı'nın bilimde başarısız olduğunu söylemek bu anlamda olanaksızdır. Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji adını verdiğimiz bu kitap, Türkiye'de bu alanda çalışan bilim tarihçilerinin araştırmalarını derleyen bir çalışmadır ve bir kısmı yayımlanmış makalelerden oluşmaktadır. Çalışmanın amacı bu alanda yapılan araştırmaları ve sonuçlarını genel okuyucuya ulaştırmaktır. Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, Osmanlı bilimi üzerine genel yazıları içermekte ve Bilim ve Felsefeye Genel Bir Bakış başlığını taşımaktadır. İkinci bölüm, Osmanlılarda Matematiksel Bilimler (Matematik, Astronomi ve Fizik) konusuna ayrılmıştır. Üçüncü bölüm ise, Osmanlılarda Coğrafya, Jeoloji, Tıp ve Teknoloji konularını içermektedir.


İÇİNDEKİLER
1 KISIM
BİLİM TARİHİNİN KURUMLAŞMASI VE
PROF DR SEVİM TEKELİ
Remzi Demir
KLÂSİK DÖNEM OSMANLI BİLİM ANLAYIŞI
Fahri Unan
FATİH DÖNEMİ (1451 – 1481) BİLİM ANLAYIŞI VE BİLİM
ADAMLARI
Melek Dosay Gökdoğan, Yavuz Unat
FATİH KÜLLİYESİ
Fahri Unan
KLÂSİK OSMANLI DÖNEMİNDE FATİH
MEDRESELERİNDE İLMÎ VERİM
Fahri Unan
ENDÜLÜS MENŞE'Lİ BAZI BİLİM ADAMLARININ OSMANLI
BİLİMİNE KATKILARI
Ekmeleddin İhsanoğlu
TAŞKÖPRÜLÜZÂDE VE MEVZÛ‘ÂT EL-‘ULÛM’U
Fahri Unan
600 ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE İBN HALDÛN’UN TARİH VE
TOPLUM FELSEFESİNİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ VE ETKİLERİ
ÜZERİNE BİR DENEME
Remzi Demir
ON SEKİZ VE ON DOKUZUNCU YÜZYILLARDA GENEL
ÇİZGİLERİYLE OSMANLILARDA BİLİM
Esin Kâhya

OSMANLILAR DÖNEMİ TÜRK DÜŞÜNCESİNE GENEL BİR
BAKIŞ
Remzi Demir
MECMÛA-İ ULÛM-İ RİYÂZİYE
Melek Dosay
SUBHİ EDHEM BEY’İN ‘İLM-İ NEBÂTÂT TÂRÎHİ’NDE
BİLİM TARİHİ VE BİLİM FELSEFESİ BİLİNCİ
Remzi Demir
FEN ADAMLARI, İLK BİLİM TARİHİ KİTABIMIZ
Remzi Demir
2 KISIM
PROF DR ESİN KAHYA VE BİLİM TARİHİNE KATKILARI
Yavuz Unat
OSMANLILARDA MATEMATİK
Melek Dosay Gökdoğan
FATİH DÖNEMİ MATEMATİKÇİLERİ
Melek Dosay Gökdoğan
SEMERKANDÎ’NİN EŞKÂL EL-TESÎS ADLI
GEOMETRİ ESERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Ali Rıza Tosun
TAKİYYÜDDÎN VE STEVİN’DE ONDALIK KESİRLER
Remzi Demir
ÇAĞDAŞ MATEMATİĞİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ,
(HALİFEZÂDE İSM‘ÎL EFENDİ’DEN SÂLİH ZEKİ BEY’E
KADAR YAPILAN ÇALIŞMALARA GENEL BİR BAKIŞ)
Remzi Demir
HOCA İSHAK EFENDİ VE ESERİ MECM'UA-İ 'ULÛM-U
RİYÂZİYYE
Melek Dosay Gökdoğan, Mutlu Kılıç
SÂLİH ZEKİ BEY (1864-1921),
Remzi Demir
SÂLİH ZEKİ BEY’İN MATEMATİKLE İLGİLİ
KÜÇÜK BİR YAPITI
Remzi Demir, İnan Kalaycıoğulları
AHMED CEVDET PAŞA’NIN ÖNERDİĞİ YENİ BİR TAKVİM
Remzi Demir, Yavuz Unat
FATİH DÖNEMİ ASTRONOMİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
Yavuz Unat
ALİ KUŞÇU
Remzi Demir, Yavuz Unat
OSMANLI TÜRKLERİNİN EN BÜYÜK ASTRONOMU VE
ÇALIŞMALARI TAKÎYÜDDÎN VE İSTANBUL GÖZLEMEVİ
Yavuz Unat
KOPERNİK KURAMI’NIN TÜRKİYE’DEKİ YANSIMALARI
İnan Kalaycıoğulları, Yavuz Unat
ÇAĞDAŞ ASTRONOMİNİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİNDE
HOCA TAHSİN’İN ROLÜ
Yavuz Unat
ASTRONOMİNİN ESASLARI,
HOCA HASAN TAHSİN EFENDİ
Yavuz Unat
3 KISIM
TÜRKİYE’DE BİLİM TARİHİNİN KURULUŞUNUN
55 YILDÖNÜMÜ
Yavuz Unat
OSMANLILARDA COĞRAFYA BİLİMİ
Osman Gümüşçü
MUSTAFA İBN ALİ EL-MUVAKKÎT VE İ’LÂM EL-İBÂD FÎ A’LÂM EL-BİLÂD (ŞEHİRLER ALEMİNDE MESAFELERİN BİLDİRİMİ) ADLI RİSÂLESİ
Yavuz Unat
HİNT OKYANUSU’NDA BİR TÜRK AMİRALİ, SEYDÎ ALİ REÎS
VE KİTÂB EL-MUHÎT FÎ ‘İLM EL-EFLÂK VE EL-EBHÛRRemzi Demir
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA JEOLOJİ VE JEOFİZİK
BİLİMLERİ
Ferhat Özçep, Dilek Kepekçi
ON DOKUZUNCU YÜZYILIN İLK YARISINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA TIP EĞİTİMİ VE KALBURÜSTÜ HEKİMLERİMİZ
Esin Kâhya
OSMANLI DEVLETİ’NDE BİLİM VE TEKNOLOJİNİN
MUHAFAZASI
Salim Aydüz
TÜRK TEKNOLOJİ TARİHİNDEN İKİ ÖRNEK; CEZERÎ VE
TAKÎYÜDDÎN
Yavuz Unat

Mustafa Alkan İslamın siyaset nazariyesine göre her şeyin üzerinde hükümran olan Allah'tır. Allah, hükümranlığını siyasi hususlarda doğrudan doğruya icra etmez. Bu işe insanları tevkil eder. Bu, onun büyüklüğü ile ilgilidir. Kâinattaki her şey onun karşısında son derece acz içindedir. Kur'an'da onun hükümranlığı hakkında pek çok hüküm vardır. Peygamber, Allah'ın elçisidir. Emirler de Kur'an ve Peygamber'in sünnetine dayalı olarak yeryüzünde doğruları anlatmak ve adalet dağıtmakla yükümlüdürler. Bunları yaptığı müddetçe kendisine itaat edilir. Zira sulh ve itaat Kur'an'ın özüyle mutabık hâldedir. “İslam ve iman”; birincisi sulhun, diğeri de itaatin hükümran oluşunu ifade eder. Merkezî bir otoriteye itaat olmadan devlet olmaz. Devletin varlığı da Allah'ın hükümlerini yeryüzüne yaymak içindir.
Siyasi birlik ve beraberliği öğütleyen İslam, fitneye “katilden daha kötü” nazarla bakmıştır. Buna göre kanunun üstünlüğü, adaletin sağlanması, İslam idaresinin en mühim esasları arasında yer alır. Hilafetin temeli olan İslamın siyaset anlayışına göre nizam için kanuna dayalı, adil, istişari sisteme bağlı, sosyal, harp hukukuna ve eşitliğe riayet eden, şartlara göre müsamahalı bir siyasi teşekkül teşvik ve tavsiye edilmiştir.
Hakan Yıldız How much are we aware thet the secret of the Ottoman Empire's success in spreading three continents lies within the well-thought, planned and realized organizationsas as much as the valour and braveness?
Years long archive researches provides countless information for us to imagine this campaign organized in 1711 with its all.
...from the official war declaration following the opinion-taking meetings of the Sultan to the imperial orders issued to initiate the preparations on the campaign route...
...from ovens constructed in each range where the army would take a break to be able to provide them with fresh bread to the buzcus who would start to serve at the end of the winter season in order to keep foods and beverages cold...
...from seeing janissaries off from Istanbul with festivals to the arrival of the soldiers coming from numerous states at the determined points...
Briefly, as discovering the “Secret of the Ottoman Victories”, this book presents an alive panorama of a forgotten world.
Fatih Mehmet Eşki Birinci Dünya Savaşı Dönemi'nde Çarlık Rusya'nın birçok şehrinde faaliyet gösteren Rusça basın, 1914-1917 yılları arasında önemli görevler üstlenmiştir. Rusça basın, yoğun bir şekilde uygulanan askerî sansüre rağmen gazete ekleri ve ivedi sayılar vasıtasıyla propaganda faaliyetleri yürüterek savaş ortamını daha geniş bakış açısıyla gündemde tutmuştur. Kafkas Cephesi'nde yaşanan askerî hareketlilik ile asker ve subay mektupları, siyasi yorum ve değerlendirmeler, stratejik gelişmeler, esir askerler ve işgal edilen şehirlerin tanıtımı gibi birçok konu Rus kamuoyuna aktarılmıştır. Ayrıca en yetkili makam olan Rus Kafkas Ordusu Karargâh Merkezi tarafından son askerî gelişmeler günü gününe duyurulmuştur.
1914-1917 yıllarına ait günlük yayımlanan Rusça gazeteler; dönemin askerî, siyasi, idari, dinî, kültürel, ekonomik ve sosyal konuları gibi birçok yönünü yansıtması bakımından önemlidir. Bu kitapta, Kafkas Cephesi araştırmalarında daha önce yapılan çalışmalardan farklı olarak Rusça gazeteler ile Çarlık Rusya askerî arşiv belgeleri kullanılmıştır. Ayrıca bu alandaki Türkçe ve Rusça kaynaklar değerlendirilerek karşılaştırmalı bir yöntemle Kafkas Cephesi'ne daha geniş ve farklı bir bakış açısı ortaya konulmaya çalışılmıştır. İşgal edilen Anadolu şehirlerinin tamamı müstakil olarak ele alınmıştır. Kitap, bu yönü ile Türkiye'de ilgili alanda yapılan ilk çalışmadır.
Kafkas Cephesi hakkında diğer arşiv kaynakları ve dönemin Türkçe gazetelerinde çeşitli sebeplerle yer almayan olaylar, kişiler ve 3. Ordu askerlerine ait kahramanlık öykülerinin izi bu kitapta sürülebilmektedir. Araştırma, Kafkas Cephesi ve coğrafyasının az bilinen birçok yönünü ortaya çıkarmaktadır.
Yaşar BEDİRHAN Hiçbir millet kurmuş olduğu medeniyeti, yalnızca kendi siyasi ve coğrafi hudutları içinde yaşatmak istemez. Her topluluğun mukadderatında, mevcut ve gelecek milletlerin nâm ve hesabına deruhte edilmiş müşterek bir hisse vardır.
Selçuklu sultanları için, insanlığın eski medeniyet merkezlerinden biri olan Kafkasların Türklüğe açılması, gelişigüzel ve maksatsız bir istilacılık hareketi değildi. Belki iyi planlanmış ve hesap edilmiş bir millî-dînî planın kutsiyet ve cihat damgası taşıyan şuurlu neticesiydi.
Onun içindir ki, İmparatorluğun ilk büyük sultanları Orta Asya bozkırlarından akan Müslüman Oğuz boylarını, bazen büyük kumandanlar idaresinde bazen de bizzat kendi komutaları altında, Kafkasları ele geçirmek için yönlendirmişlerdi.
Mehmet Fatih Uysal Osmanlı padişahlarından Sultan II. Abdülhamid Han, devletin maddi ve manevi sıkıntılarının zirve yaptığı bir dönemde tahta geçmiştir (1876-1909). Abdülhamid Han, gerilemeye başlayan bir milleti ve siyasi yapıyı, tekrar eski gücüne kavuşturmak için canla başla mücadele etmiş müstesna bir devlet adamıdır.
Elinizdeki bu yayın, II. Abdülhamid, Tanzimat ve Islahat Fermanı, I ve II. Meşrutiyet, Devlet-i Âliyye'nin son döneminde ortaya çıkan çeşitli ideoloji ve fikir akımları başta olmak üzere tarihten günümüze İslami hareketler hakkında, alanında uzman hocalarla yapılmış dikkat çekici ve keyifli mülakatlardan oluşmaktadır.
Bu çalışmanın öncelikli amacı, moderniteyle birlikte her geçen gün geçmişle bağı kopan ve tarih şuurundan yoksun yetişen nesilleri mazisiyle buluşturmaktır. Böylece onların günümüz dünyasını ve Türkiyesini bilinçli ve bütüncül bir anlayışla okumaları sağlanmış olacaktır. Zira mazisini ve tarihî vakıaları bilmeyenlerin, ideal bir gelecek inşa etmeleri düşünülemez.
Eserin, birçok alanda okurlara medeniyet tasavvuru, yeni perspektifler, farklı açılımlar, ideal yaklaşımlar, tarih ve kültür bilinci sunacağı umulur.
Abdulhakim Koçin, Eyüp Ertüren Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir dönemine iz bırakan Şeyh Said hadisesinin üzerinden tam 95 yıl geçmiştir. TBMM arşivinde bulunan bu hadise ile ilgili mahkeme tutanakları, yakın zamana kadar kapalı kalmış; özel izin verilenler dışındaki araştırmacılar tarafından incelenememiştir.
Bu kitap, İstiklal Mahkemesi dosyaları arasında bulunan ve Osmanlıca orijinali 366 sayfa olan 69. Karar numaralı muhakeme zabıtnamesinin çevirisidir. Dolayısıyla bu kitapta, Şeyh Said hadisesi kapsamında onunla birlikte aynı davada yargılanan 92 kişinin ifade ve savunmalarının, mahkemeye delil olarak sunulan ve mahkemede okunan yüzden fazla mektup ve bazı raporların çevirisi bulunmaktadır.
Kitapta yer alan belgelerin çevirisi yapılırken metnin orijinalitesine halel gelmesin ve bu konuda araştırma yapacak olanların güvenle kullanabilecekleri bir metin olması için sadeleştirilmeye gidilmemiştir. Ayrıca, kitapta hadisenin nedenleri, etkileri vb. tahlillere girilmemiş; mahkeme heyeti üyeleri ve maznunlarla ilgili herhangi bir değerlendirmede bulunulmamıştır.
Yakup Özsaraç Para vakıfları, nakit para ile kurulan ve kendine özgü finansal sistemi ile 16. yüzyılda kabul görmüş, Osmanlı'ya has bir vakıf türüdür. Bu vakıfların günümüzde örneği olmasa da Osmanlı'dan miras aldığımız Türkiye coğrafyasının hemen her yerinde birçok para vakfı kurulmuştur. Bu vakıflar Diyanet gibi bir kurum yokken din adamlarının istihdamından ibadethanelerin aydınlatmasına ve tamiratına kadar birçok hizmeti yerine getirmiştir.
Bu kitap, vakıfların kuruluş belgeleri olan vakfiyeler üzerinde yapılan bir arşiv araştırmasına dayanmaktadır. Vakıflar arşivinde, Türkiye coğrafyasında 12 bin kadar vakfiyesi olan vakıf bulunmaktadır. Bunların 8 bin kadarı araştırma dönemimiz olan 1826 yılı sonrasını kapsamaktadır. Bu vakıflardan coğrafi yoğunluğuna göre bir örneklem seçilerek Osmanlıca olan vakfiye belgeleri okunmuş ve para vakıfları bunların içerisinden ayrıştırılarak araştırmaya konu edilmiştir.
Bu çalışmada seçilen para vakıflarının; nerede, ne zaman ve hangi amaçla kurulduğu gibi temel bilgilerin yanında hangi para cinsinden, ne miktarda bir sermaye ile kurulduğu ve hangi oranda parayı işlettiği gibi detay bilgilerin yer aldığı tablolar, haritalar yer almaktadır. Tablolar ve haritalar okuyucu açısından daha iyi anlaşılması için Türkiye'nin 81 iline göre tasnif edilmiştir.
Ayrıca para vakıflarının tartışmalı olan teorik kısmı kendimize göre tartışılmıştır. Sonuçta tarihimizin önemli bir değeri olan ve Osmanlı ekonomik sisteminde benimsenmiş para vakıflarının Türkiye coğrafyasında %67 bir oranda uygulama alanı bulduğu neticesine ulaşılmıştır.
Ali Üremiş Bu çalışma; yeni açtıkları vatanda Türklüğü yaşatmayı başaran Selçuklu Sultanlarının, İç ve Batı Anadolu’da varlıklarını devam ettirebilmek için Türkmenlerin yollarını açık tutmak, ana üsleriyle bağlantılarını kesebilecek siyasi oluşumları önlemek, İslam medeniyetinin yüksek olduğu ülkeleri zapt edip hâkimiyet alanlarını genişleterek ad ve şanlarını unutturmamak, tabii sınırlara ulaşıp stratejik noktaları ele geçirmek gibi amaçlarla, doğuda yayılma siyaseti yönündeki azimli mücadelesini ana kaynaklara dayanarak ortaya koyan bir araştırmadır.
Tuncay Öğün Bu eser I. Dünya Savaşı yıllarında Rus işgali ve Ermeni çetelerinin saldırıları nedeniyle Doğu Anadolu’ya ya da Anadolu içlerine göç ederek ülkenin her köşesine dağılan Müslüman halkın dramını anlatmaktadır. Sayıları 1,5 milyonu bulan bu insanlar neden göç ettiler? Hangi bölgelere sığındılar? Gittikleri yerlerde ne gibi sorunlarla karşılaştılar? Ne kadarı hayatta kalabildi? Hayatta kalabilenler yurtlarına nasıl ve hangi şartlarda dönebildiler? Bu soruların cevaplarını birinci elden kaynaklara dayalı olarak bu kitapta bulabilirsiniz.
Yıldız Deveci Bozkuş …Özellikle takdir ettiğim husus, söz konusu bağlamda Osmanlı'dan ve Ermeni'den, pek çok defalar yapıldığı gibi -ister açıkça, ister imalı veya dolaylı olsun- birbirinden ayrı hatta birbirine zıt, en makul varsayımda birbirine eklenen fakat içten temas edemeyen unsurlar olarak söz edilmemesi oldu. Bu nedenle kitabınız, bir boşluğu doldurmakta. Osmanlı-Ermeni ortak fikir tarihine bu önemli hizmet ve katkınız için takdir ve tebriklerimi arz eder, eserinizin mümkün mertebe geniş okur kitlelerine ulaşmasını gönülden temenni ederim…
Prof. Dr. Boğos Levon Zekiyan

Türklerle olan birlikte yaşama tecrübesi uzun süreye dayanan Ermeniler üzerine yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu, Ermeni Meselesi olarak kavramsallaştırılan bir alana dönüştürülmüştür. Dolayısıyla Ermeni kökenli Osmanlı tebaası, çatışma alanlarının dışında çok az araştırmanın konusu olmuştur. Yıldız Deveci Bozkuş, yaptığı çalışmasıyla ihmal edilen bir olguya odaklanmıştır. Modern aydın sınıfının ortaya çıkması uygun atmosferin oluşmasıyla ilgilidir. Osmanlı aydın sınıfı da kendine özgü hâlleriyle uygun atmosferin oluşmasıyla doğmuştur. Ermeni kökenli aydınlar da aynı atmosferde nefes alıp vermişlerdir. Hatta denilebilir ki Türklerden yüzyıllar önce matbaa kurmuş olmalarına rağmen Batı’daki entelektüel gelişimden ziyade Ermeni aydının ortaya çıkışı, ağırlıklı olarak Osmanlı başkentinde yaşanılan süreçlerin sonucu olmuştur. Entelektüel dünyayı bu anlamda Osmanlı-Türk aydınının çıkışı ve gelişimi süreçlerinden ayırmak doğru olmayacaktır. Bu süreçte Türk kültürel hayatına Ermeni kökenli aydınların bir anlamda lojistik destek olarak görebileceğimiz katkıları olmuştur. Bu katkılar daha çok sözlük, musiki, sanat vb. alanlarda kendini gösterecektir. Yıldız Deveci Bozkuş, ele aldığı kişiler ve eserleri üzerinden yaptığı araştırmasıyla bu katkıyı söylem düzeyinden olgularla desteklenebilir düzeye çekerken, Ermeniler üzerine yapılacak araştırmalara farklı kapılar açılabileceğini de göstermiştir.
Prof. Dr. Ahmet Özcan

Yıldız Deveci Bozkuş’un bu eseri, Osmanlı Ermenileri ile ilgili bir çalışmanın 1915 olaylarının dar çerçevesinin çok ötesinde olabileceğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Bozkuş, bu kapsamlı çalışmasıyla Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı kültür ve bilim dünyasına katkılarını ortaya koyarken, bu cemaatin Osmanlı toplumunun ayrılmaz bir parçası olduğunu da göstermektedir. Yüzyıllar boyunca devam eden girift toplumlar arası ilişkileri birkaç yıllık siyasi/askeri çatışmaya sıkıştırmak Türkiye'deki Ermeni çalışmaları literatürünün en büyük zaaflarından biridir. Bu sebeple, bu eserin literatürdeki önemli bir boşluğu doldurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Doç. Dr. Mustafa Serdar Palabıyık